Ahmet ÖZDEMİR
Kentleşme süreci Avrupa’da 19. Yüzyılda başladı. Türkiye’de 1950’den sonra kırsal alanlardan kentlere göç yaygınlaştı.
Hedeflenen ekonomik büyümenin sağlanamaması, milli gelirin artmaması ve çeşitli toplumsal sorunlar büyük kentlere ve iş gücü olarak türlü ülkelere göçü kaçınılmaz yaptı. Bu durum sosyal olarak özellikle gecekondulaşma olmak üzere maddi ve kültürel sorunlar doğurdu.
Değişimlerden âşıkları da nasibini aldı. Kimi büyük kentlerde ve yabancı ülkelerde âşıklıkla birlikte maişet temini için çeşitli işlerde de çalıştı.
2000’li yıllarla birlikte, iletişim ağlarının çeşitlendiği, zenginleştiği, yaygınlaştığı milenyumda, kırsallaşma ile kentleşme bütünleşti. Dünya bir ekrana sığdı. İnternet ve uydular üzerinden evinizin içine girdi. Herkes herkesle konuşabilme, görebilme, yazabilme anında bilgilenme imkânına kavuştu.
Âşık Veysel’in kent ortamıyla tanışmasını 1930’lu yıllardan günümüze kadar izleyebiliriz. Ancak kentli âşıkların iki asırlık serüvenini satır başlarıyla özetlemek istiyorum:
18. Yüzyılda Âşıklar, Divan edebiyatının etkisinde kalarak kusurlu da olsa aruz ölçüsünü kullanmaya başlamışlardı ki, bu durum 19. Yüzyılda da devam etti. Kimi Divan şairlerinin de hece ölçüsüyle şiir yazma merakları başlamıştı.
Âşık kahvehanelerinde, ellerinde sazlarıyla şiirler söyleyen âşıklara, Osmanlı topraklarının her yerinde rastlanıyordu.
Yeniçeri ocaklarının kapatılması, tekkelerin işlevlerini kaybetmesi, âşıkların yetişme kaynaklarının bir kısmını kısıtladı.
19. Yüzyılın başlarından itibaren İstanbul’un kültür dokusuna Semai ya da daha yaygın adıyla çalgılı kahvehaneler girmişti. Bu mekanlar, âşıklara da yer veriyordu.
Matbaanın yaygınlaşıp yazılı ortamın başlaması, sözlü kültür ortamının ürünü olan âşıklık geleneğini de etkilemişti.
Padişah II. Mahmut’un âşıkları koruması, âşıklık geleneği ve âşık edebiyatını canlı tutmaya yetmişti. Bu sâyede, XIX. yüzyıl, âşık edebiyatının İstanbul’da saray ve konaklara da girdiği bir dönem olmuştu.
20. yüzyılın ilk çeyreğinde, âşıklarımız yurdun uğradığı işgalleri, Kurtuluş Savaşı’nı destanlarıyla anlatmış; ikinci çeyrekteyse, Cumhuriyet’i ve Cumhuriyet’i bize bağışlayan Mustafa Kemal Atatürk’ü yücelten şiirler söylemişlerdi.
Cumhuriyet döneminde radyo, daha sonra televizyon yayınlarının başlaması, ses ve görüntülü iletişimin baş döndürücü bir hızla çoğalması, doğal olarak âşıklık geleneğinin de değişmesine yol açtı. Halk şairlerimiz önceki yüzyılın özentisinden kurtuldu. Dil yalınlaştı. Âşıklar hece ölçüsüyle, ulusal nazım şekillerimize uygun olarak şiir söylemeyi sürdürdü.
ÂŞIK EDEBİYATININ KAYNAKLAR
Ne yazık ki Âşıklar hakkında yeterli kaynak bulunmamaktadır. Şeriye sicillerinde çok kısa da olsa âşıklara ilişkin bilgilere ulaşılabilmektedir. Evliye Çelebi örneğinde olduğu gibi bazı seyahatnamelerde de âşık adlarına yer almakta ama yeterli ve sağlıklı bilgi bulunmamaktadır. Bektaşî tekkelerinde tutulan defterler ve köy odalarındaki cönkler, düzenli değilseler de kaynaktır Diğer taraftan âşıkların adları, bazı özellikleri ve yaşadıkları dönem açısından şairnameleri önemli kaynak olarak gösterebiliriz. Şairnameler, divan şairlerine ilişkin şuarâ tezkireleri kadar olmasa da, âşıkların memleketi, adı, tarikatı, fiziki ve ruhi yapısı gibi niteliklerini yansıtmaları, asıl önemlisi de bir âşığın başka âşık tarafından değerlendirilmesi açısından önemliydi.
Divan edebiyatının önemli kaynağı şuara tezkireleriydi. Divan şairleri anlatıldığı düzenlemede bir iki istisna dışında âşıklara yer verilmemişti.
1931 yılında, Ahmet Kutsi Tecer’in Sivas’ta başlattığı Âşıklar Bayramı, yeni bir silkinişin başlangıcı oldu. Bu bayramda, başta Âşık Veysel olmak üzere birçok âşık kendini gösterme olanağı buldu. 1964’te İbrahim Aslanoğlu tarafından Sivas’ta düzenlenen II. Âşıklar Bayramı ile âşıklık geleneğinin yaşadığına dikkat çekildi.
1950 yılından sonra Türkiye, büyük bir yapısal değişiklik geçirdi. Dağınık ve düzensiz kentleşme, köyden gelenleri, köy kültürüyle kent kültürü arasına sıkıştırdı. Bu olgu geleneksel kültürü de etkiledi. Köylüyle kentlinin aynı şiir ortamında yaşamaları, toplumdaki çok yönlü ve hızlı değişim, âşık geleneğinin çok köklü değişikliklere uğramasına neden oldu. Yeni bir olgu olarak ortaya çıkan yeni şehirli âşık, kentlileşme sürecini yaşayan insanların acılarını, sevinç ve mutluluklarını, özlemlerini şiirine konu yaptı.
Âşık Veysel’i yakından tanıyan, köyünde belgesel çeken ve onunla nüktelerini kitap haline getiren, hakkında makaleler yazan, Erdoğan Alkan, Âşık Veysel’in şiirinin kaynaklarını ve şiir ortamını altı başlık altında topladı ve her birini ayrı ayrı inceledi. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1) Köy ve tarım yaşamı, 2) Tekkeler ve tasavvuf, 3) Emlek ozanları ve çevre ozanları, 4) Gezgin ozanlık, 5) Köy Enstitüleri, 6) Aydın çevre.
AŞIK KAHVEHANELERİ
Kahve kullanımının yaygınlaşmasıyla, bir toplumsal kurum olarak Kahvehaneler önce XVI. Yüzyıldan itibaren Mekke camilerinin çevresinde görüldü. Mısır Hicaz yöresinde yaygınlaştı. Aynı yüzyılın sonuna doğru, İstanbul’da görülmeye başladı. XVII. Yüzyıldan itibaren, meddah, kıssacı ve gölge oyunu sanatçılarının sanatlarını sergiledikleri mekanlar haline geldi. Kahvehanelerde ozan-baksı geleneğinin temsilcileri âşık tarzı adıyla yeni bir kol geliştirdiler. Hikayelerini, şiirlerini, destanlarını, türlü ürünlerini bu mekanlarda sundular.
Âşıklar buralarda ya geçici bir süre için fasıl yapıyor, ya da belli bir kahvehaneyi sürekli saz çalıp şiir söyleme ve hikâye anlatma mekânı haline getiriyordu. Bu tür mekânlar halk arasında “âşık kahvesi” olarak biliniyordu. Kendine özgü işleyiş kuralları olan farklı bir kahvehane modeli gelişmişti.
XIX. yüzyılda Âşıkların örgütlenmesi görüldü. Artık, İstanbul’da ve Anadolu şehirlerinde gerek saray gerekse ayan, eşraf ve zenginler tarafından korunmakta, ayrıca âşık kahvehanelerinde halk arasında ilgi görmekteydi.
Yüzyılın başlarında Sultan II. Mahmut, Âşıklar Kethüdalığını kurmuştu. Daha sonra Sultan Abdülaziz”in Aşıklar Kahvehanesine gitmekte, bazen saraya davet ederek dinlemekteydi.
Bir söylentiye göre, Erzurumlu Emrah, İstanbul’da Tavuk Pazarı’ndaki âşıklar cemiyeti başkanlığını yapmıştı.
Anadolu’nun belli başlı kültür merkezlerinde de âşık kahvelerinin sayısı artmaya başlamıştı. XIX. yüzyıl başlarında Konya’da âşık edebiyatı ürünlerinin sunulduğu Türbe Kahvesi ve Ayakçı Kahvesi adlı iki ayrı mekânın bulunduğuna, Türbe Kahvesini bir süre Âşık Dertli’nin işlettiğine, bu dönemde Âşık Şem’i ve Silleli Sururi’nin de buradaki fasıllara katıldığı öne sürülüyordu.
Geredeli Figani, Zileli Âşık Ceyhuni, Erbabi Âşık Kenzi Develili Seyrani, Âşık Sümmanî gibi aşıklar, İstanbul ve Anadolu’da kahvehanelerin aranan aşıkları arasında bulunmuş fasıllar yapmış, muammalar çözmüştü.
XIX. Yüzyılda İstanbul’un kültür mahfilleri içinde semai kahvehanelerinin önemli bir yeri vardı. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra ilgisini kaybeden Aşık Kahveleri bir süre sonra semai kahvehaneleri ile bütünleştiyse de I. Dünya Savaşı yıllarında semai ve âşık kahvehaneleri kayboldu.
XX. yüzyılın başlarından itibaren Sivas, Erzurum, Kars, Konya, Adana, Artvin, Kayseri, Çorum gibi birçok şehirde hayatını sürdürdü. 1940’lı yıllardan itibaren, zaman zaman Aşık Kahvelerinde veya hanlarda bulunan âşıklar arasında Aşık Veysel Şatıroğlu da yer almaya başlamıştı.
Aşık Veysel, turne diyebileceğimiz gezilerle yurdun dört bir yanını dolaştı. Davetler aldı, konserler verdi. Kentlerde geçirdiği zaman azımsanmayacak kadar çoktu. Ama o köyünden hiçbir zaman kopmadı. Köy Enstitülerinde görevli olduğu zamanlarda bile, tatillerde köyüne koştu, çifti çubuğu ile uğraştı.
VEYSEL’İN KÖYÜ ÇEVRESİNDEN İLK AYRILIŞI
Eşi evlerinin yanaşması Kel Hüseyin’le kaçmasından sonra gözleri görmez Veysel, kucağında henüz altı aylık kızı ile kalmıştı. Hem anne, hem baba olmak zorundaydı. Bunalımlar içindeydi:
“…
Geçirdim ömrümü hevay-ı heves
Derdim bir kimseye değildir kıyas
Her zaman, her vakit kalbimde bu yas
Çarh-ı devran güldürmedi yüzümü
Ele geniş, bana dünya dar oldu
Tahammülsüz gönlüm bi karar oldu
Günüm zindan, gecelerim zâr oldu
Kader ile bölemedim kozumu
…”
Veysel o kadar zor duruma düşmüştü ki, iğneden ipliğe dönmüştü. İnsan içine çıkacak yüzü kalmadığını sanıyordu. Zorluklar içinde bir süre çocuğa baktı. Ama çocuk sefalete ve hastalıklara dayanamadı, öldü. Veysel’i bu köyde tutan bir bağ kalmamıştı. Kendine göre artık göç zamanı gelmişti.
“Yalvarsam kadere yardım etmez mi
Yeter bu çektiğim derdim yetmez mi
Nice kara günler gördüm gitmez mi
Bir fark yoktur yazım ile kışımda”
diyen Veysel, 1928’da en iyi arkadaşı İbrahim ile Adana’ya gitmeye karar verdi. Köyünden ayrıldı. Yolu Karaçayır (Hıdırali) köyüne düştü. Bu köyde Deli Süleyman isminde birisi Veysel’i Adana’ya gitmekten vazgeçirdi. Veysel:
“Bu adam, saz çalarım dinler, söze başlarım keser. Gideyim derim, ‘ah kivra, çoluk çocuk ağlaşıyor, gel gitme’ diye elime ayağıma düşer. Nihayet dayanamadım, gitmiyorum vesselam diye bu seyahatten vazgeçtim,” demişti.
Zara’nın Pazarbeleni köyünden Kürt Kasım adında birisi ortakçı olarak Şatıroğullarının bostanını ekiyordu. Hasat zamanından sonra köyüne gidecekti. Veysel’in durumunu bildiği için onu da yanına alıp götürmek istedi.
Veysel’in arkasına onu Adana’ya göndermeyen Deli Süleyman ile Kalaycı Hüseyin de takıldı. Üç ay Kürt Kasım’ın konuğu oldular. Dönüşte Veysel, Hafik’in Yalıncak köyüne ve Zara’nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz aldı. Sıvas’tan Sivralan’a dönerlerken arkadaşları bir “üç kâğıtçı” gurubuna yakalandı. Kendilerinin ve Veysel’in paralarını kumarda kaybettiler. Veysel’in Yalıncak’a uğraması, hayatının bir dönüm noktası oldu. Bu ziyaret, şimdiki çocuklarının annesi olan Hafik’in Karayaprak köyünden Gülizar ana ile evlenmesine vesile olmuştu.
Bu evlilikten Zöhre (Beşer), Menekşe (Süzer), Zekine ve Hayriye (Özer) adlarında dört kızı, Ahmet, Hüseyin ve Bahri adlarında üç oğlu olacaktı. Hüseyin çocukken ölmüştü.
Gülizar Ana Veysel’e uğur getirmişti. Bir gün Âşık Veysel’in olduğu bir sohbet sırasında şaka ile şöyle söylemişti:
“Benimle evleninceye kadar zorlu çarık çitirmiş bu Veysel. Kısmeti benimle açıldı. Hiç şiir söyleyemezken bülbül gibi ötmeye başladı.”
1931 YILINDA KÖYÜNDEN İKİNCİ DEFA ÇIKMIŞTI.
Ankara’da Gazi Eğitim Enstitüsü ve Öğretmen Okulu’nda Türkçe öğretmenliği ve edebiyat öğretmenliğinden sonra Ahmet Kutsi Tecer, Sivas Erkek Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak tayin edilmişti Ahmet Kutsi, Sivas’ta ilk iş olarak birkaç arkadaşı ile birlikte “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kurdu. Kurucular arasında Muzaffer Sarısözen ve Vehbi Cem Aşkun da bulunmaktaydı. Derneğin Başkanı Sivas Belediye Başkanı Hikmet Bey (Işık) getirilmişti. Aynı yıl üç gün süren Halk Şairleri Bayramı’nı düzenlediler. Bu etkinlik yurdumuzda ilk “Âşıklar Bayramı” oldu.
Kurdukları komite, Şarkışla’nın Sivrialan Köyü’ne de uğramıştı. O yıllarda mahalli sanatçılar geniş kitleler önünde rahatlıkla çalıp söylemeye alışkın değillerdi. Komite Veysel’in evine de gelmişti. Veysel çekindi. Karısına evde olmadığını söyletti. Devletin adamlarının onu soruşturması, başına bir iş geleceği korkusunu uyandırdı. O hep çevre köylerde gezmekte, geçimini sağlamaktaydı. Gözü gönlü toktu. Çoğu köyde kendisine verilen üç beş kuruşu hayır işleri için bırakırdı. 1930’da Karaözü köyündeydi, Köyün ilkokulunun açılış töreninde çaldı çığırdı. Kendisine verilmek üzere toplanan parayı “Karaözü ilk mektebine benim katkım olsun” diyerek okul başöğretmeni Ahmet Temel Bey’e vermişti. Bu davranışı eğitim camiasında takdirle karşılanmıştı. Veysel, çevrenin ısrarları karşısında bayrama katıldı.
TAKDİRDEN GELENE TEDBİR KILINMAZ
Bayram 5 Kasım 1931 Günü başladı. Üç gün devam etti. Katılan on beş aşığın çoğu sazcı ve hikâyeci idi. Katılanlar arasında Âşık Veysel, Revani, Suzani, Âşık Süleyman, Karslı Mehmet, Hikâyeci Ali Dayı, Âşık Müştak, Yarım Ali, Talibi, Yusuf, San’ati, Âşık Ali vardı. Bunların içinde Süleyman, Talibi, Revani, Suzani ve San’ati halk şairiydi. Hepsi de o zamana göre tanınmamış kimselerdi. Veysel henüz şiir söylemeye başlamamıştı. Bildiği türküleri, usta mallarını okuyordu. Söylediği türkülerin ilki Çamşıhılı Ali Ağa’dan öğrendiği Kul Abdal’ın “Takdirden gelene tedbir kılınmaz / Ne kılayım çare ben şimden geri / Yaram türlü türlü merhem bulunmaz / İstersen merhemi çal şimden geri” dizeleriyle başlayan deyişiydi. Sonra yanık sesiyle Ercişli Emrah’tan bir semaiyi seslendirdi:
“Seherde ağlayan bülbül
Sen ağlama ben ağlayım
Ciğerim dağlayan bülbül
Sen ağlama ben ağlayım
Âşık der ki hala böyle
Gideriz biz yola böyle
Felek bildiğini işler
Hemen yüz yıl talep eyle bülbül bülbül…”
Sivas Âşıklar bayramında söylediği üçüncü türkü, yanlışlıkla İzzeti’nin olduğunu sandığı bir türküydü. Bu türküyü daha sonraki yıllarda plağa da okuyacaktı.
“Mecnunum leylamı gördüm
Bir kerece baktı geçti
Ne sordum ne söyledi
Kaşlarını yıktı geçti
…
İzzeti der ne hikmet iş
Uyur iken gördüm bir düş
Zülüflerin kement etmiş
Yar boynuma taktı geçti.”
Bu türküyü İzzeti mahlası geçiyor diye Ali İzzet Özkan sahiplendi. Oysa şiir ne İzzeti’nin ne de Ali İzzet’in di. Şarkışla’nin İğdecik köyünden Âşık Veli’nindi.
Üç gün süren etkinlik boyunca Veysel, Emlek yöresinde söylenen anonim türkülerden “Ne ötersin dertli dertli / Dayanamam zara bülbül / Hem dertliyim hem firkatli / Yakma beni nara bülbül // (nakarat) Ötme bülbül ötme bülbül / Derdi derde katma bülbül / Benim derdim bana yeter / Bir dert de sen katma bülbül ……”sözlerini içeren türküyü söylemişti. Bir de Karacaoğlan türküsü seslendirmişti:
“Ben meylimi üç güzele düşürdüm
Biri Şemsi, biri Kamer, ille Elif
Onların aşkıyla aklım şaşırdım
Biri Şemsi, biri Kamer, ille Elif…”
Bu türküyü yıllar sonra Ruhi Su okuyacak ve yurdun dört bir yanında sevilerek dinlenecekti.
Program sonrasında Veysel’e 10 lira verilmek istendi. Veysel oldukça yoksul olmasına karşın bu parayı kabul etmedi:
“Siz bize değer verip buraya kadar çağırdınız. Asıl bizim size vermemiz gerekiyor,” dedi. Zorla eline 5 lira koymuşlardı.
1931 yılında Kurtuluş Savaşı’ndan çıkmış bulunan Anadolu insanının yoksul durumunu, Âşık Veysel’in bu etkinlikle ilgili şu anısından öğrenmek mümkündü:
“O gece bizim resmimizi de çektilerdi. Ama kıyafetimiz böyle değildi. Elimde uzun bir değnek, başımda eski bir Sivas şapkası, sırtımda köyde dokunan kara koyun yününden şal bir ceket, yine kara koyun yününden dokunmuş bir şal zıvga, ayağımızda şaldan dolak ve bizim dikmiş olduğumuz çarık vardı. O zaman köyde şaldan başka giyecek elbise yoktu. Kumaş nerede idi. İşte ütüsüz bir elbise ile çıktım sahneye… Elimde ise Zara’nın Girit köyünde yapılan meşe ağacından oyma bir sazım vardı.
Ben sazımı çok severdim. Hem ilk sazım, hem de elime iyiydi. Çok ufak olmasına nazaran iyi ses verirdi. Ayrıca perdelerini ustam Ali Ağa düzenlemişti. Hatta İbrahim’le beraber Colombia Plak şirketine Köroğlu, Karacaoğlan, Hacıbey, Çiçekler, Keklik gibi türküleri o sazımla okudum.”
İlk Halk Şairleri Bayramı etkinliği sırasında Veysel, her yönüyle dikkatleri çekti ve Ahmet Kutsi’nin sevgisini kazandı.
Ahmet Kutsi, Sivas’ta Veysel’in dışında Talibi ve Ali İzzet gibi âşıkları tanıdı. Türk folklor zenginliklerini o devrin “Halkevleri”ne; her ilde çıkan Halkevi dergilerine ve özellikle de 1941-1945 yılları arası çalıştığı Ankara’da yayımlanan Ülkü dergisine getirenlerin başında Ahmet Kutsi vardı. Ülkü dergisini bir köy şiirleri ve folklor “okulu” haline getirmişti.
CUMHURİYET’İN 10. YILI
Cumhuriyet’in 10. yıldönümünde Sivas Milli Eğitim Müdürü Ahmet Kutsi Tecer, Sivaslı âşıklardan cumhuriyet ve Atatürk hakkında duygularını şiir diliyle yazmalarını istemişti. Bütün halk ozanları Cumhuriyet ve Mustafa Kemal Atatürk üzerine şiirler yazmaktaydı. O yıla kadar kendine ait hiçbir şeyi gün yüzüne çıkarmayan Veysel, “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası / Kurtardı vatanı düşmanımızdan,” dizesiyle başlayan şiirini düzdü. Bu şiirini gün yüzüne çıkarmakla Veysel unvanını da değiştirmiş oldu. Artık o Sivrialanlı türkücü Veysel değil, adını tapşıran, mahlasıyla şiir söyleyen Âşık Veysel’di.
Bir anda, Ankara’ya gidip yüce Atatürk’ün huzurunda okuma arzusu duydu. Nahiye Müdürü’ne:
“Ata’ya ben giderim,” dedi.
Arkadaşı İbrahim’le yayan yapıldak yola düştüler. Yol boyunca uğradıkları yerde saz çaldı, türkü söylediler. Karınlarını doyurdular. Üç ay yol giderek Ankara’ya ulaştılar. Bu yolculuğu Âşık Veysel şöyle anlatmıştı:
“Köyden çıktık. Yaya olarak Yozgat köylerinden Çorum-Çankırı köylerinden geçip üç ayda Ankara’ya gelebildik.”
Zor şartlar altında bir yolculuk yapmışlardı. Ankara’da otele verecekleri paraları yoktu. Aşık Veysel şöyle anlatmıştı:
“Ankara’da Otele gitsek para yok. ‘Nere gidek? Nasıl Edek?” diye düşünüyoruz. Dediler ki: ‘Burada Erzurumlu bir Paşa Dayı var. O adam misafirperverdir.’ O zamanlar Dağardı diyorlardı, (şimdiki Atıf Bey Mahallesi) orada ev yaptırmış Paşa Dayı. Gittik oraya. Adamcağız hakikaten misafir etti. Birkaç gün kaldık o zaman, Ankara’da, şimdiki gibi kamyon filan yok. Bütün işler at arabalarıyla görülüyor. At arabaları olan, Hasan Efendi adında bir adamla tanıştık. O, bizi evine götürdü. Kırkbeş gün Hasan Efendi’nin evinde kaldık. Gideriz, gezeriz, geliriz; adam yemeğimizi, yatağımızı, her şeyimizi sağlar. Dedim ki: -‘Hasan Efendi biz buraya gezmek için gelmedik! Bizim bir destanımız var. Bunu, Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz! Nasıl ederiz? Ne yaparız?”
DİLENCİ SANDILAR
Hasan Efendi bir gariban adamdır. Yüksek yerlerde bir tanıdığı yoktur. Ama soyadını bile hatırlayamadığı bir milletvekilinin adını duymuştur. Belki onun yardımı olacaktır. Gidip Mustafa Bey adındaki bu kişiyi bulurlar. Adam önce başından savmak ister. “Amaan! Şimdi şaire falan önem veren yok. Kıyıda köşede çalın çağırın. Geçin gidin!” der. Veysel ve arkadaşı ısrarlı olurlar. Bu kez Mustafa Bey onları Ankara’da çıkan Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’ne yönlendirmek ister, sonra vazgeçer. Pes etmezler. Sonunda, “Matbaaya biz gidelim” diye düşünürler. Düşünürler düşünmesine ama kafalarındaki düşünce, o günlerin bir kısım insanlarının hesabına uymaz. Sazlarına tel alıp takmak için o zamanki adı Karaoğlan Çarşısı olan Ulus Meydanı’ndaki çarşıya gitmek isterler. Ayaklarında çarık, bacaklarında şal-şalvar, şal-ceket, bellerinde bir kuşak… Polis çıkar karşılarına:
“Çarşıya girmek yasak!” Onları tel alacakları çarşıya sokmaz. Ne deseler, etseler faydasız… Kendilerin göstermeden girmeye çalışırlar. Aynı polis yakalar. Ağzına geleni saymaya başlar. Yalvar yakar, “Efendi” derler. “Biz dilenci değiliz. Çarşıdan saz teli alacağız.”
O zaman polis, İbrahim’e:
“Tel alacaksan bu adamı bir yere oturt. Git telini al!” der. Böylece sazları yeni tele kavuşur. Ertesi gün Matbaayı bulurlar. Arzularını anlatırlar:
“Bir destanımız var. Gazeteye vereceğiz!”
“Çalın bakayım; bir dinleyeyim!” der ilgililer. Çalıp çığırırlar. Türkünün sözlerini not ederler ve ertesi gün gazetede yayınlanacağını söylerler.
Destan üç gün Hakimiyet-i Millî gazetesinde yayınlanır. Ama nasıl?
İNKILABIN GÖRGÜSÜZ ADAMLARI
2 Nisan 1934 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesinde şu satırlar yer almıştı:
“Dün gazetemize Anadolu’nun saz şairlerinden biri geldi. Sivrialan köyünden olan bu yanık yüzlü adamın iki gözü de görmüyordu. Bu saz şairinin yeni yazdığı koşmalar, inkılabın halkın en görgüsüz tabakalarına kadar nasıl işlemiş, anlaşılmış ve sevilmiş olduğuna en büyük delildir.”
“Aşık Veysel için Atatürk’ten bir haber çıkmaz. Artık köye dönmeleri gereklidir. Ama yol paraları yoktur. Bir Avukat yardımcı olmak ister. Ellerine bir mektup vererek Belediyeye gönderir. Ancak belediyedekiler, “Bizim paramız yok, sizi gönderemeyiz. Siz çalgıcısınız. Nasıl geldinizse öyle gidersiniz!” derler. Aynı Avukat, Valiliğe bir dilekçe yazar, valilik belediyeye havale eder. Sonuç yok.
O günleri anlatırken Veysel diyor ki:
“Mustafa Kemal’e gidemiyok. Halkevine gidek. Bu defa, Halkevine, bizi kapıcılar bırakmıyor ki girelim. Orada dinelip duruyorduk. İçeriden bir adam çıktı: ‘Ne geziyorsunuz burada? Ne yapıyorsunuz?’ diye sordu. ‘Halkevine gireceğiz ama bırakmıyorlar!’ diye cevap verdik.
‘Bırakın! Bu adamlar, tanınmış adamlar! Âşık Veysel bu!’ dedi. O içerden çıkan adam, bizi edebiyat şubesi müdürüne gönderdi. Orada:
‘Ooo! Buyurun, buyurun,’ dediler. Halkevinde bazı milletvekilleri varmış. Şube müdürü onları çağırdı:
‘Gelin halk şairleri var, dinleyin,’ dedi. Eski milletvekillerinden Necib Ali Bey:
‘Yahu dedi bunlar fakir adamlar. Bunlara birer kat elbise de yaptırmalı. Pazar günü de Halkevinde bir konser versinler!’
Hakikaten bize, birer takım elbise aldılar. Biz de o pazar günü Ankara Halkevi’nde bir konser verdik. Konserden sonra cebimize para da koydular. Ankara’dan köyümüze işte o parayla döndük.”
Veysel Atatürk’ün huzuruna çıkamadan köyüne dönmüştü. Ankara’da destanı yayınlanmıştı. Halkevinde konser vermişti. Üst baş sahibi olmuştu. Cebinde para ile köyüne dönmüştü. Ama Atatürk’e destanını okuyamadığının üzüntüsünü duymuştu.
TECER AYAĞININ BAĞINI ÇÖZDÜ
Sivas Âşıklar Bayramı, arkasından Cumhuriyet’in Onuncu Yılında Cumhuriyet Destanını okumak için Ankara’ya gidişi, Âşık Veysel’i cesaretlendirmişti. Artık arkadaşı İbrahim’le birlikte yurdun dört bir yanına gitmekteydi.
Ahmet Kutsi Tecer, Bayrama katılan âşıkların eline “Halk şairi” olduklarına ilişkin bir belge vermişti. Bir anlamda Ahmet Kutsi Tecer ayağının bağını çözmüştü. Gittiği yerlerde bu belgeyi gösteriyorlardı.
Ankara’dan köyüne dönünce, bu kez İstanbul’a gitmeye niyetlendiler. Ancak her birinde bir engel çıktı. Aradan geçen iki yılda İstanbul’a gitmeden önce İzmir’e gitme imkânı bulmuşlardı. İzmir’de Veysel’i dinleyenlerden biri İstanbul’a Mesut Cemil’e gitmelerini ve radyoya çıkmalarını tavsiye etti. Bir mektup yazıp ellerine verdi. Âşık Veysel ve arkadaşı İbrahim’in arzuları da radyoya çıkıp, seslerini geniş kitlelere duyurmaktı. Belki böylece Atatürk’ün dikkatini çekebilirlerdi.
RADYOYA İLK ÇIKIŞI
İstanbul serüveni ve radyoya çıkışlarını Âşık Veysel şöyle anlattı:
“Ankara’dan sonra köye dönüp geldik. İstanbul’a gidek dedik… İstanbul’a gitmezden önce iki kere İzmir’e gitmiştik.
Eskişehir, Eskişehir’in köylerinde falan gezerekten vardık İstanbul’a. İstanbul’a vardık ki otele motele gitmeye gücümüz yok. Orada bizim Sivas’ın “Akpınarlılar” var. Terkos sularında çalışıyorlar. Kasımpaşa’da Kireç Han vardı, oradalarmış. Oraya gittik. Onlar bize yatak verdi. Kaldık bir süre. Radyo daha kurulmamıştı. Tokatlıyan Otelin orda da bir yerde yayın yapıyordu (Beyoğlu Postanesinin üst katı) Rahmetli Mesut Cemil Bey müdürüydü. O bakıyordu.
Mesut Cemil Bey’e İzmir’den bir mektup götürmüştük. Açtı, okudu mektubu. Rahmetli Mesut Cemil, sonra karşılaşmamızı bize şöyle anlattı:
‘Okudum mektubu, diyor. ‘Adamlara bakıyorum, bunlar ne bilecekler ne söyleyecek? diyorum kendi kendime!’ Sonradan söylüyor bunu.
‘Çalın bir dinleyeyim bakayım,’ dedi. Çaldık dinledi.
‘Akşam saat 8’de gelin,’ dedi. Sonradan anlatıyor: ‘Öyle dedim ama çalmaya başlayınca gözlerimden yaş dökülmeye başladı,” diyor Mesut Cemil Bey.
Akşam geldik, dedi ki:
‘İyi söyleyin, bütün dünya dinleyecek.’ Ben zannettim ki, bütün dünyaya duyurmak için fazla bağırmak lazım. Ben türküyü bitirince Mesut Cemil Bey, ‘Hiç’ dedi ‘kendini sıkma, yalnız benim demem şu; öksürüp pıskırma, kelimeler açık olsun, en hafif de söylesen duyulur!’ böyle dedi.
Çaldık. Daha saz çalınmamış radyoda. Biz çalıp bitirdikten sonra, çiçekler geldi masanın üzerine, herkes birer kart yazmış, dolu masanın üzeri. ‘İstanbul halkı sizi çok sevdi,’ dedi Mesut Cemil Bey, ‘bak çiçeklere!’
Eeee, tabii biz çiçeği ne yapacağız, evimiz yok barkımız yok.. ‘Bu buraya lâyık,’ dedik biz çıktık. Arapkirli Mehmet Efendi diye bir adam duymuş gelmiş. Kapıda bizi beklermiş… Aldı bizi götürdü. Kuledibi’nde bir apartmanda kapıcıymış adam, zemin katta masayı kurdu, biz yiyip içiyoruz, çalıp çağırıyoruz…
KAÇAN BÜYÜK FIRSAT
Kuledibi’nde bir apartmanın bodrum katında yiyip içip çalıp, çığıra dursunlar kaçırdıkları fırsattan haberleri yoktu. Büyük bir keder içinde şöyle anlatmıştı:
“Biz çıktıktan sonra rahmetli Atatürk telefon ediyor: ‘Onlar kimse bana gönderin’ diyor. Mesut Cemil Bey, ‘Çıktılar adreslerini bilmiyom’ diyor. Polis müdüriyetine telefon ediyor, gece yarısına kadar arıyorlar İstanbul’u. Yok yok..!
Sabahleyin geldik radyoya Mesut Cemil Bey:
‘Yahu neredeydiniz?’ dedi. ‘Bir fırsat kaçırdık ki…’
‘Hayrola neymiş? Mesele böyle böyle, dedi.
‘Eee, ne yapalım?’
‘Ben bir mektup yazayım Yaver Şükrü (Tezer) Bey’e. Mektubu alın, sazı da alın doğrudan doğru Dolmabahçe Sarayı’na gidin. Ne çıkar ikbale bakalım?’
Yazdı mektubu… Gittik oraya, Polisler tanımıyor tabii… ‘Ne o?’ dediler, anlattık:
‘Akşam Atatürk aratmış, şimdi duyduk geldik.’
‘Evet evet… Bırakın,’ dediler, geçtik içeriye.
Alt kata vardık, tabi orada oturanlar, paşalar, şunlar bunlar… Sazla varınca onlar da ‘Ne istiyorsunuz?’ diye sordular.
‘Yaver Şükrü Bey’i göreceğiz’
Haber verdiler, geldi. Mektubu verdik, açtı okudu:
“O bir zevk zamanı idi malum ya, şimdi çalışma zamanı. Haber vermeme imkân yok, veremem,’ dedi. Adresimizi aldı. ‘Nerede olsanız bulurum eğer hatırlayacak olursa,’ dedi. Öylelikle kaldı. Görüşemedik.”
Bir şanssızlık eseri, Türk ulusunun çağlar boyunca, yetiştirebildiği iki değerli adamı karşı karşıya gelemedi. Bu durum, ölene kadar Âşık Veysel’in içinde bir yara olarak kaldı.
POPÜLERLEŞME SÜRECİNİN IŞILTILARI
Âşık Veysel yılda üç beş ay yurdun dört biryanına gidiyor, bereketli Çukurova’yı dolaşıyor, sonra köyüne gidip çifti çubuğuyla uğraşıyordu. Ünü günden güne yayılıyordu. Popülerleşme sürecinin ilk ışıltıları Sivas’ta ilk Âşıklar Bayramında kıvılcım almıştı. Cumhuriyet’in Onuncu yılı, Halkevlerine ilk adım atış, İzmir seyahatleri İstanbul ve Radyoya ilk çıkış popüler olmanın yolunun duraklarındandı.
Veysel’in hayatının kilometre taşlarından birisi de 1938 yılında Atatürk’ün ölümü üzerine söylediği, “Atatürk’e Ağıt” adlı deyişi olmuştu:
“Ağlayalım Atatürk’e
Bütün dünya kan ağladı
Başbuğu olmuştu mülke
Geldi ecel can ağladı….”
Bu deyiş hemen plağa alınmış, radyolarda çalınmış, kasaba ve şehirlerde de hoparlörler aracılığı ile geniş kitlelere duyurulmuştu. Böylelikle Âşık Veysel’in yurt genelinde duyulmadığı yer kalmamıştı.
1940 yılından itibaren arkadaşı İbrahim’le yolları ayrıldı. Artık Küçük Veysel diye anılan Veysel Erkılıç’la gezmeye birlikte türkü söylemeye başlamışlardı.
KÖY ENSTİTÜLERİ
Âşık Veysel’in Şairliği Tanrı vergisiydi. Bundan yararlanmanın yollarını arayan Ahmet Kutsi Tecer, Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, İsmail Hakkı Tonguç ve Bedrettin Tuncel’in girişimleriyle Köy Enstitülerinde müzik öğretmenliğine başladı. Tonguç’un eğitim ordusuna katılarak, bir nefer gibi çalıştı. Âşık Veysel’in yaşamında ve kişiliğiyle sanatının oluşumunda en büyük etken, köy enstitülerinde saz öğretmenliği yaptığı dönemdi. Âşık Veysel’in 1941’de Arifiye’de başladığı görevine sonraki yıllarda Hasanoğlan (1942), Çifteler (1943), Kastamonu-Gölköy (1945), Yıldızeli (1945), Samsun-Ladik ve Akpınar Köy Enstitüleri’nde (1946) devam etti.
Köy Enstitüleri fikri (17 Şubat- 4 Mart 1923) 1. İzmir İktisat Kongresinde kendini göstermişti. Köye eğitim hizmeti 1936’da başlamıştı. Bu tarih de 35.000 köyde ilkokul yoktu. 16 Milyon nüfusun 12 milyonu köylüydü. 1936’da deneme amaçlı başlayan “Köy Enstitüleri” 1940’da yasallaşmış, 1942’de Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü açılmış ve 1946’da sayıları 21’e ulaşmıştı. 1946’ya kadar köylerdeki öğretmen açığını kapatan 16.400 kadın ve erkek öğretmen ile 7300 sağlık memuru ve 8756 eğitmen yetiştirmişti.
Köy Enstitüleri’nde yaşam, dönemin öğretmen ve öğrencilerinin anlatımı ile tam “birliktelik, katılım, yetki” ve “sorumluluk” eksenlerine oturtulmuştu. Cumhuriyeti kuran genç kadro, büyük çoğunluğu köylü olan ve aynı oranda okuma yazma bilmeyen toplumu kısa yoldan okuryazar yapmak istiyordu. Çünkü köy çocukları bu modelde hem eğitiliyor hem de geleceklerini hazırlıyorlardı. Küçücük çocuk köyünden geldiği gibi üretimin içerisine giriyor, kendi okulunu kendisi yapıyor, koyun güdüyor, müzik yapıyor, klasik eserler okuyordu.
Hasan Ali Yücel Millî Eğitim Bakanlığı döneminde dünya klasiklerini Türkçeye tercüme ettirmişti. Köy enstitüleri öğrencileri her sene yirmi beş klasik romanı okumakla yükümlüydü. Bu sayede zeki köy çocuklarından engin entelektüel birikimleri olan aydınlar oluşuyordu. Bu aydın köy öğretmenleri en az bir tane müzik aletini çalmasını da öğreniyordu. Âşık Veysel köy enstitülerinde müzik derslerinde öğrencilere bağlama çalmasını gösteriyordu.
Enstitü bir kovana misaldir
Her türlü çiçekten alır bal yapar
Yurdumuz içinde doğru bir yoldur
Memlekete kanat takar kol yapar
Mahmudiye Hamidiye çifteler
Enstitü köylere yapacak neler
Bu toplu fikirle dağları deler
Kimisi makine kimi bel yapar
…
Yiğitlik cesurluk yılmaz yorulmaz
Tembellere hazır sofra kurulmaz
Veysel’in elinden hiçbir iş gelmez
Çalı gibi yaprak açar gül yapar
‘KARACOĞLAN BÖYLE ŞAKIYAMAZDI FUKARA’
Veysel’in Köy Enstitülerindeki görevi 1946 yılına kadar sürdü. Oralarda Sabahattin Eyuboğlu, Ruhi Su, Yaşar Kemal… gibi aydınlarla dostluk kurdu. Onu, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ndeyken gören Yaşar Kemal, şöyle anlatı:
“…Veysel en yeni şiirlerini Hasanoğlan’da yazdı. Hem de en güzel şiirlerini Veysel yeni bir Veysel olduysa Hasanoğlan Köy Enstitüsünde oldu. Oradan saz öğretmeni olarak yeni oluşan aşklı şevkli bir köy dünyasına katıldı. İlk yıllarda Hasanoğlan, yapmanın, yaratmanın bir sevinç şakımasındaydı. Veysel de bu şakımayı iliklerine kadar yaşadı. Ben Veysel’i o yıllarda tanıdım. Sevinçli bir şakımadaydı. ‘Karacoğlan da böyle şakır mıydı?’ diye sordum Veysel’e. Önce anlamaz gibi yaptı. Sonra birden güldü. Uzun güldü. ‘Karacoğlan böyle şakıyamazdı fukara. Onun Hasanoğlan’ı yoktu.’ dedi.”
Âşık Veysel, ünlü “Kara Toprak” şiirini 1943 yılında Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü’ndeyken söylemişti. “Esti bahar yeli karlar eridi” , “Açtı bahar çiçekleri Ada’nın” şiirlerini Arifiye’de “Mektup” , “Gidiyorum gündüz gece”, “Hayran oldum o dallara” şiirlerini Hasanoğlan’da, yazmıştı.
Köy Enstitülerinde Âşık Veysel ne yapıyordu? Bu sorunun yanıtını şöyle vermişti:
“Oradaki görevim kurs için gelen eğitmen adaylarına ve diğer talebelere saz dersi vermekti. Benim için bir müzik salonu vardı. Orada hangi sınıfın hangi dersi olursa, sınıflar gelir, ben orada ders yapardım. Ben çalardım onlar dinlerler. Okulda sazları vardı. Talebeler onlarla çalarlardı. Sonra sazlarının düzenlerini yapardım. Mamafih bazı çocuklar çok merak ederler ve sazı öğrenirlerdi. Hatta zaman zaman karşılaştığım çocuklardan bazıları saz için memnuniyetlerini söylerlerdi. Ben o zaman kendimi mutlu hissederim.”
DAĞ ÇİÇEĞİ Mİ SAKSI ÇİÇEĞİ Mİ?
Köy Enstitülerinde Âşık Veysel’in karşılaştığı veya bir süre birlikte çalıştığı kişilerden biri Ruhi Su’ydu. Ruhi Su Veysel ile karşılaşmalarını şöyle anlatmıştı:
“Âşık Veysel’i 1941-1942 yıllarında tanıdım. Yanlış hatırlamıyorsam Köy Enstitüleri’nde beraber çalıştığımız zamanlar da oldu. Düşüncesinin ve sanatının gelişmesinde Köy Enstitüleri’nin büyük katkısı olmuştur. Hemen en güzel türkülerini o dönem içinde söyledi. Ama bu katkıların karşılıklı olduğunu da söylemeliyim. Hoşsohbet, çok efendi bir insandı. Biz de kendisinden çok şeyler öğrendik.
Veysel ile tanışmamız oldukça ilginç. Sanırım 1941 yıllarıydı. Ankara’da Ahmet Kutsi Tecer Bey’in evindeydim. Cevat Dursunoğlu, Tahsin Banguoğlu, Bedrettin Tuncer ve Muzaffer Sarısözen de vardı. Veysel Ankara’ya geldiği için böyle bir toplantı yapılacağım duyup ben de gitmiştim. Aslında ben de türkü söylediğim için, bir usta karşısında kendimi sınamak istiyordum. Bir ara, türkü söyleme arzumu belli ettim. “Pekâlâ, hadi bakalım Ruhi Su, sen de bir iki türkü söyle” dediler. Bir saz eşliği olmadan birkaç türkü söyledim. Sonunda, “Nasıl buldun Veysel?” diye bir soru atıldı ortaya. Veysel düşündü; “Efendim dedi, dağlarda bir çiçek olur, onu alır şehre getirirsin, güzel saksılarda güzel topraklar içinde yetiştirir, geliştirirsin. Belki, bir gün daha güzel bir çiçek olur, ama eski kokusunu belli ki bulamayız” dedi. Bedrettin Tuncer, “Buyurun bakalım Ruhi Su,” dedi. Ben bu davranışa biraz alındım. Gereken dersi de aldım. Ama işimin yanlış olmadığını da biliyordum. Benim aldığım müzik kültürü, ses eğitimi içinde görevim zaten, işte o başka çiçeği bulmaktı. O gelişmiş başka çiçeği… Bundan sonra da Veysel’le ilişkilerim ölünceye kadar sürdü. Köy Enstitülerinde birlikte çalıştığımız zamanlar bu ilk konuşmayı hatırladıkça Veysel çok üzülürdü.”
Âşık Veysel öğretmenlik yapmadığı Köy Enstitülerinin çoğunda konserler vermiş, konuk olduğu günlerde köylerden gelmiş öğrencilerle yakından ilgilenmişti. Bunların arasında Malatya /Akçadağ, Adana / Düziçi, Erzurum / Pulur, İstanbul / Kepirtepe, Çanakkale / Savaştepe Enstitüleri de vardı.
Âşık Veysel bir şiirinde, enstitülerde okuyan öğrencilere:
“Uyarın köylüyü varsın ayılsın / Enstitü kuvveti yurda yayılsın / Herkes kazancının yolunu bilsin / Öğretmenler iz gösterir yol yapar” diyordu.
Köylünün eğitilmesi ve uyarılması kuşkular yarattı. Enstitüler kapatılmaya 1940’lı yılların sonunda başlamıştı. 1954’te Köy Enstitüleri tümüyle kapatıldı. Âşık Veysel, her zaman, enstitüleri kapatanların karşısında oldu. Son yıllarına kadar, Köy Enstitüleri bayramlarına sazıyla sözüyle katıldı.
Âşık Veysel, 1946 yılında Köy Enstitülerini bıraktıktan sonra, yurdun dört bir yanın gezmekle birlikte köyüne daha çok zaman ayırma imkânı bulmuştu.
AŞIK VEYSEL HEP KÖYLÜ KALDI
Zaten köyünden hiç kopmamıştı. Enstitüler tatile girer girmez köyüne dönüyordu. Şehir hayatına alışamamıştı. Âşık Veysel Köy Enstitülerinden niçin ayrıldı? Erdoğan Alkan’a şöyle yazmıştı:
“Âşık Veysel ‘Bugün mektup aldım gül yüzlü yardan / Bekletme sılada gel deyi yazmış / Sivrialan köyünden bizim diyardan / Dağlar mor menevşe gül deyi yazmış, dizeleriyle başlayan o çok güzel ‘Mektup’ şiirinin öyküsünü bana şöyle anlattı: ‘Enstitülerdeki hayat beni sıktı. Günde bir iki saat derse girer sonra bir odada yapayalnız kalırdım. Oturup sanki karımdan mektup almış gibi bu şiiri yazdım. Köyünü özlemiş diye izinli gönderdiler. En son Lâdik’te çalıştım. On beş gün izinli köye döndüm, bir daha geri gitmedim.’ Bunları söyledikten sonra Âşık, bilgi dağarcığının varsıllaşmasında köy enstitülerinin büyük payı olduğunu da ekledi.”
Âşık Veysel’in uzun ince yolunda Köy Enstitüleri hep var oldu. Daha sonraki hayatında yurdun neresine giderse gitsin, Köy Enstitülerinden mezun olmuş bir öğretmene rastladı. Onların konukseverliklerini, okullarına davetlerini gördü. Ama o “Bülbülü altın kafese koymuşlar, ah vatanım demiş” dercesine köyünü, kasabasını, ilini özlüyor, özgür olmak istiyordu.
Âşık Veysel’e “Köyden kente niçin taşınmıyorsun?” diye sormuşlardı. Şöyle demişti:
“İstesem taşınırdım. Amma oradan ayrılmak istemedim. Çünkü beni kasabalar sıkıyor. Sebebine gelince, zaten insanlarda dört kapı var. Göz, kulak. Göz zaten kapanmış. Her duygum kulaktan olduğu için, böyle gürültülü yerlerde kulağı da o kapatıyor, onun için… Sonra bir hal daha vardır ki, mesela buraya geldim, oturdum kapandım. Kendi kendime çıkıp dışarıyı gezemem. Ama köyde olursam istediğim eve gidebiliyorum. Çıkıp kendi kendime geziyorum. Burada elinden tutunca nereyi gezersen kendine hâkim değilsin. Onun evinde geziyorsun.”
“Köyde Ahmet’in yardımı olmadan gezebiliyor musun?
“Gezerim.”
“Her işi köyde kendin yapıyorsun öyleyse, kimsenin yardımına ihtiyaç kalmıyor.”
“Üç kilometre bahçe var, oraya gidip gelirim yalnız.”
“Ne yapıyorsun bahçede?”
“Giderim ağaçların içinde eğlenirim. Vakit geçiririm, Elma bahçesi var.”
Aşık Veysel Köy Enstitülerinde öğrendiği modern tarımı köyüne döndüğü zaman köylülerine anlatıyor, uyguluyordu. Bunlardan biri ünlü elma bahçesinin hikâyesiydi.
MEĞER KÖR OLAN BİZMİŞİZ
Âşık Veysel’in bir başka özelliği, tarım mücahidi olması ve toprak sevgisini, ağaç sevgisini şiirlerinde öğretmesidir.
Gidip görenler olmuştur. Sivrialan bir güzel köydür de, yurt olalı bağ nedir, bahçe nedir bilmemişti.
“Atalarımız denemiş, olmamış. Bu toprağın özü bozuk “ derlermiş köylüler. Ama Veysel takmış kafasına. Toprak var, su var. Olmayan ne?
Olmayan, aklıyla yüreğini birleştirip bu konuyu kendine iş edinecek biri. O da Âşık Veysel olmuş. Düşünmüş bir. İnsan meram etti mi gerçekleşmeyecek bir şey yoktur. Toprak ta öyle bir cevher var ki, sen bir ver, ondan sonra hiç sorma o kaç verecek. Kardeşinden yardım istemiş. Kabul etmiş. Ucun ucun kazmaya, tohumlar ekmeğe, fideler dikmeğe başlamışlar. Görenler güler geçermiş:
“Dedelerimiz, bu Allah’ın köründen daha az mı bilirdi. Onlar düşünüp girişmemişler böyle bir işe.” derlermiş. İçin için alay ederlermiş.
Ne ki alay edenlerin evdeki hesabı çarşıya uymamış. O “Allah’ın körü” Veysel’in bahçesi bir olmuş ki, anlatmaya dil ister. İçerisinde kaysıdan kiraza, elmadan cevize ne arasan var. Bu kez köylüler utanır olmuşlar. “Meğer aslında kör olan bizmişiz. Bizim bakar gözle göremediğimizi, gözü görmez bir âşık yüreğiyle, gönül gözüyle görmüş,” demişler.
Âşık Veysel’e fidelerin bir bölümünü Sabahattin Eyüpoğlu, bir bölümünü de Gemerekli bir Ziraat Mühendisi temin etmişti.
Bir söyleşide bu olayı şöyle anlatmıştı:
“Ben 1949’da diktirdim. Ben dikerken herkes bana güldü. Hee!, dediler. Burada elma yetişecek? Şimdiye kadar adamların aklı yokmuş da? Bu elma yetiştirecek burada. Dinlemedim diktim. Rahmetli ağabeyim vardı. Onu da bahçenin başına koydum, baktı. Elma yetişince köylüler Ulaaan, Veysel kör değilmiş, biz körmüşüz, dediler. Şimdi bizim bahçe ile köyün arası elmalarla dolu. Herkes dikiyor. Civar köyler de başladılar. Şimdi Şarkışla’da ünlenmiş. Âşık Veysel’in elması diye satıyor satıcılar. Niğde’den getiriyorlar, yine öyle. Vallahi öyle…”
Veysel’in meyve bahçesi köyün gurur kaynağı olmuş. Veysel’dir, toprak ona bunca cömert davranır da, o boş durur mu?
“Tarlam sana üç yüz fidan aşlasam
Tarla coşar fidan coşar el coşar
Gücüm yetse hemen işe başlasam
Kazma coşar kürek coşar bel coşar
Muhitime örnek olsun maksadım
Sevinir evlâdım söylenir adım
Hız ile yürürdüm olsa kanadım
Yolcu coşar ayak coşar yol coşar…”
POPÜLER
Günümüz âşıkları, biçim açısından geleneğe bağlı olsalar da, işledikleri temalar bakımından aydın sanatçılara yaklaşmışlardı. Şiirlerinde sevgi, kardeşlik, insanlık gibi evrensel değerleri bıkmadan usanmadan konu ederek, halkı insanlığın ortak paydalarında birleştirmeyi kendilerine görev saymakta; olaylara ayna tutarak, insanları iyide, doğruda, güzelde birleştirmeye çalışmaktalar.
20. yüzyılla birlikte iletişim araçlarından âşıklar da yararlandı. Sözlü kanallarla ilettikleri mesajlarını artık günün sesli, görüntülü ve basılı iletişim kanallarıyla alıcılarına ulaştırmaya başlamışlar; gereksinme duyulmadığı için de hikâye anlatma, çırak yetiştirme gibi geleneğin içerisinde yer alan birçok önemli unsurlar giderek terk edilmeye başladı.
JÜBİLE VE GÖZLERİNİN AÇILMASI KONUSU
1952 yılında önce 20 Nisan’da Ankara’da, daha sonra 13 Mayıs’ta İstanbul’da Âşık Veysel için jübile yapıldı. İstanbul’da Türk Folkloru Araştırmaları dergisinin sahibi İhsan Hınçer’in ön ayak olmasıyla hazırlanan programın sunuculuğunu İstanbul Radyosu Spikerlerinden Tarık Gürcan yaptı. Geceye konuşmacı olarak Ahmet Kutsi Tecer, Eflatun Cem Güney, Mesut Cemil, Behçet Kemal Çağlar, Vedat Nedim Tör, Bedri Rahmi Eyüboğlu katılmıştı. Âşık Veysel’in şiirlerini okuyanlar arasında Orhan Arıburnu, Yaşar Kemal, Ercüment Behzat Lav, Vedat Nedim Tör bulunmaktaydı.
İstanbul Spor ve Sergi Sarayı’nda Ahmet Kutsi Tecer şöyle diyordu:
“Aramızda onun çok yürekten hayranları ve dostluğu ile övünen birçoklarımız bulunuyor. Ben de bunlardan biriyim.
Halk şiirinin az zamanda bu derece yaygın bir hal alması, gelişmesi Âşık Veysel’in o eşsiz şahsiyeti sayesinde olmuştur. O sazının sesi gibi şiirlerinin sesini de çok içten, çok derinden kavramayı ve hayatın akışına göre düzenlemeyi bilmiştir. Bütün bunlarda hayatın kendisi kadar halis bir şahsiyet ortaya koymuştur.”
Aynı yıl İstanbul’da bazı göz doktorları, gözünü açmak umuduyla kendisini ameliyat yapmak istediklerini söylediler. Kabul etmedi. Yaşar Özürküt’ün kendisi ile yaptığı röportajda bu konu hakkında şöyle demişti:
“Evet evet… Mesela ben, bu şey olmaz ama icap etti söyleyim… Şeyde İstanbul’da geldiler ‘gözlerini açalım’ dediler. İstemem dedim…’ Yahu nasıl olur da istemezsin. Bu fırsatı insan kaçırır mı?’ dediler. İstemem dedim tekrar. ‘Sebebi’ dediler. ‘Sebebiyse, ben şimdiye kadar kafamda bir yuva kurmuşum. Gözüm açılırsa, o yuva dağılır. Tekrar kurmaya imkân olmaz. Bu yuvayı dağıtmak istemiyorum’ dedim. Adamlar da gittiler. Onun üzerine şunu yazmıştım. Siz diyorsunuz ki geniş anlamlar var şunlar bunlar.
‘Bir küçük dünyam var içimde benim
Mihnetim ziynetim bana kâfidir
Görenler dar görür geniştir bana
Sohbetim ülfetim bana kâfidir
İstemem dünyanın saltanatını
Süslü giyimini Arap atını
Bilirsem Türklüğüm var kıymetini
Vatanım milletim bana kâfidir
İsterdim hayatta düşmanla savaş
Milletime kurban olaydı bu baş
Nasip değil imiş şehitlik kardaş
İmanım niyetim bana kâfidir
Dünya geniş olsun ister dar olsun
Yeter ki kalbimde iman var olsun
Her zaman milletim bahtiyar olsun
Rütbemle mesnedim bana kâfidir
İçimde beslerim bir büyük ordu
Çiğnesin düşmanı yükseltsin yurdu
Azmi zihniyeti Veysel’in derdi
İşte bu niyetim bana kâfidir’
Benim âlemim, herkesin âlemine karşı bir âlem değil. Çünkü dünyadan bihaberim. Dünyayı gezdim, ne gördüm. Hiçbir şey görmedim. Yalnız dünya beni gördü. Ben dünyada gezdim, işte Ankara’dayım ne görüyorum. Hiç. Ama âlem beni görüyor. Benim dünyaya gelişim, gidişim bu şekilde.
– Fakat öyle bir dünya görüşü var ki sizde; herkesin göremediğini görüyorsunuz. Biz ağacı görüyoruz, fakat sizin görüşleriniz gibi göremiyoruz. Bu görüş Karacaoğlan, Pir Sultan, Dadaloğlu gibi, ya da Âşık Veli, Kemter Baba gibi asırlar ötesine kalacak bir görüş, bir deyiş. Fakat onların şanssızlığı, teybin, bantın, plağın, pikabın olmayışı.
-Olmayışı evet.
-Böyle canlı kalamamışlar. Şimdi ben sizden, çok özel bir şey isteyeceğim. Diyeceğim ki Âşık Veysel, 2000 yılında, ya da 2010 yılında, Allah hepimize uzun ömür versin ama her halde 2000’li yıllarda olmayacağız.
-Olmayacağız.
-Ama radyo olacak ve şu bant kalacak radyoya. Diyeceğim ki Âşık Veysel 2000’li yılların kuşağına sesleniyor, fakat kendisi yok. Biz de yokuz. Âşık Veysel o kuşağa ne der?
-Eveeet. Âşık Veysel o kuşağa ne der…
-Evet, şöyle söyleyeyim, yani istediğiniz gibi söyleyin. Ben hiç karışmayayım. Düşünün ki bizler yokuz dünyada. Fakat radyo var, dinleyicilerimiz var.
Onlara söyleyişim şu olacak: Çalışmak, azim, fikir. Efendime söyleyeyim, bunlar mevcut olacak. Dönmeyecek azminden insanlar. O azminden dönmeyen insan, muhakkak erinde geçinde arzusuna ulaşır. Fakat azim deyince o da, biri yani yanlış yola azim etmiş, o muhakkak yolda kalır. Fakat doğru yola azmederse, o kendini bir selamete çıkartır.. …”
KARANLIK DÜNYA
1952 yılında Âşık Veysel’in hayatı beyaz perdeye aktarıldı. Karanlık Dünya adını taşıyan filmin senaryosunu Bedri Rahmi Eyüboğlu yazmıştı. Filmin yönetmeni Metin Erksan, Yapımcısı Nafiz Duru, görüntü yönetmeni Fethi Mürenler’di. Müziğini Orhan Barlas yapmıştı. Oyuncuları arasında Âşık Veysel’in dışında Ayfer Feray, Ahmet Say, Kemal Bekir, Hakkı Ruşen Aclan Sayılgan vardı.
Âşık Veysel’in gerçek yaşam öyküsü, gerçek mekânlarda, ozanın köyünde canlandırılmak istenmişti. Başarılı bir çalışmaydı. Ancak, çileli ozanın, çileyi yaşamını anlatan filmi de çileli günler bekliyordu. Karanlık Dünya çevrilip bittiğinde sansür el koydu. Film reddedildi. Türk köylüsü bu şartlarda yaşayamaz, denildi. Onlara göre, Demokrat Parti’den sonra köylünün durumunun değiştiği vurgulanmalıydı. Filmin gösterim izini alınması için bu şart koşulmuştu.
Âşık Veysel, İstanbul’a çağrıldı. Orada düşünüp taşınıldı. Film çekimi için yeni, modern bir köy kurmaya karar verildi. Şöyle Amerikan köyleri gibi bir şey olacaktı. Gel gör ki 1952 yılında bir tane de olsa Amerikan köyü kurmaya kimsenin gücü yetmedi. O zaman Türkiye’nin en iyi köyünde çekelim dediler. Türkiye’nin en iyi köyü yoktu. O zaman bir kasaba bulundu. Veysel oraya gönderildi. Kasabaya birkaç traktör birkaç da biçerdöver yollandı. Filmin sahneleri kesildi. Yeni sahneler eklendi. Bu haliyle 1953’de gösterim izni aldı. Ama Metin Erksan’ın ilk çalışması anlamsız hale gelmişti. Gösterime girdiği haliyle film başarısızdı.
Filmde Veysel, uzun bir gurbetten sonra köyüne gelmişti. Köyündeki gelişmeyi görerek şaşırmaktaydı. Traktörleri, biçerdöverleri, güzel evleri görüp hayrette kalmaktaydı. Film böylece sen sağ ben selamet bitiyordu. Filmin ana konusu Âşık Veysel’i gölgede bırakmıştı. Demokrat Parti, köylerimizi cennete çevirmiş, her tarafı bir küçük Amerika yapmıştı.
Âşık Veysel’in oğlu Ahmet Şatıroğlu şöyle anlattı: “Babam evde sedirin üstüne oturur gülümserdi bu filmi anımsayınca. ‘Hadi traktörü soktunuz, biçerdöveri harıl harıl çalıştırdınız çevremde. Hadi gören inandı buna. Hadi eski damlar yıkıldı yerine güzelleri yapıldı. Ama şu dağları ne yaptınız. Sivrialan’ın boz dağları nereye gitti de yerine dümdüz bir ova geldi. Üstünde bin yıllık orman… Kimi aldatıyorsunuz siz…”
1950’li yılların Âşık Veysel açısından önemli gelişmelerinden birisi 1957 yılı içinde Fransa’da Veysel’e ait türkülerden oluşan “Voyages d’Alin Gneerbrand, Âşık Veysel isimli bir kaset yayınlanması olmuştu.
SİYASALLAŞMA
Tarihin her döneminde, toplumsal ve sosyal işlevleri, kurulu düzene taşlamaları nedeniyle âşıkların gizli veya açık olarak siyasallaşmanın içine çekildiği veya siyasallaştığını söyleyebiliriz. Onlar, Pir Sultan ve Dadaloğlu gibi bozuk düzeni koruyan güçlere, devlet adamlarının zulmüne baş kaldırmış, dile getirmişti. Pir Sultan, kurulu düzene İran Şahlarını alternatif gösterirken, Dadaloğlu zorunlu iskana karşı olmuştu.
Diğer taraftan, devlet yöneticilerinin kararlarının, isteklerinin halk tarafından benimsenmesi, propagandasının yapılması amacıyla siyasetin âşıklardan yararlanmak durumları da vardı. Bu duruma II. Mahmut’tan örnek verebiliriz:
Fes bir zamanlar ilericiliğin simgesiyken, daha sonraki dönemlerde gericiliğin sembolleri arasında sayıldı. Derya Kaptanı Hüsrev Paşa, Tunus’tan dönüşünde getirdiği, kimi deniz erlerine de giydirdiği “fes” adı verilen ve o zamana kadar Türkiye’de bilinip giyilmeyen bir başlık, Pâdişah II. Mahmud’un hoşuna gitmişti; bir fermanla askerlerin ve devlet memurlarının fes giymelerini buyurdu. Yüzyıllardan beri kullanılan kavuk, sarık gibi başlıklar bırakılmaya başlandı. Ancak, özellikle tutucu çevreler bundan memnun olmamış, fesin “gâvur icâdı” olduğunu öne sürmüşlerdi. Ne var ki, pâdişahın kendisinin de giydiği fes kısa zamanda yaygınlaştı. Tutucular, fesin “püsküllü belâ” olduğunu söyleyip yergiler yazarken, fese övgü yazanlar da vardı. II. Mahmut, yeniliğin sembolü olan fesin yaygınlaşmasını sağlamak için âşıkları da kullanmıştı. Onlardan birisi Hüsrev Paşa vasıtası ile tanıdığı ve memuriyet verdiği Âşık Dertli’ydi. Dertli fesi öğen iki şiir yazmıştı: Bunlardan birinden birkaç beyit şöyleydi.
Al renkler bahş eder ruhsâre-i hûbâna fes
Benzemez mi şâh-ı gülde gonca-i handâna fes
[Al renkler bağışlar, güzellerin yanağına fes / Benzemez mi güllerin şâhında, gülen goncaya fes]
Şöyle örter bastırır perçemleri mahfûz için
Hâil olmak maksadı manzûre-i düşmana fes
[Şöyle örter bastırır, perçemleri korumak için / Engel olmak amacı, düşmanın görmesine, fes]
Kudret-i Mevlâ ile günden güne şöhretlenip
Başların üstünde yer buldu gelip meydâna fes
[Tanrı’nın gücüyle günden güne yaygınlaşıp / Başların üstünde yer buldu, çıkıp ortaya, fes]
…
Bârekallah hoş yaratmış Hak nazardan saklasın
Âl-i Osman devleti sultanı Mahmut Han’a fes
[Mübârek olsun, hoş yaratmış, Tanrı nazardan saklasın / Osmanoğulları Devleti’nin sultanı Mahmut Han’ı fes]
Fes değil medhiye-i festen murâdım Dertli’yâ
Bir vesiledir dua-yı Hüsrev ü Hakan’a fes
[Fes değil fesi övmekten amacım, ey Dertli / Bir vesiledir, Hüsrev’e ve Hakan’a duadır, fes]
Kahvehanelerde okunan fesi öven bu tür şiirler, halk arasında fes taraftarlarını çoğaltmakta, iyi bir propaganda olmuştu.
19. yüzyılda Anadolu’da Seyranî, Ruhsatî, Serdarî gibi âşıklar, çok ağır yergilerde bulunuyorlardı. Aşık Veysel’in hemşerisi Serdarî: “Benim bu gidişe aklım ermiyor / Fukara halimi kimse sormuyor / Padişah sikkesi selam vermiyor / Kefensiz kalacak ölümüz bizim,” diyordu.
“Âşık Veysel’in yetiştiği ve şiir yazdığı dönem Türk toplumunun en hızlı değişimler ve geçişler yaşadığı dönemdi. Şeriat yasaların yerini Batı yasaları, geleneksel kurum ve kuruluşların yerini çağdaş Batı kurum ve kuruluşları alıyordu. Anlayışta, yazıda, kültürde giyim-kuşamda, toplumsal ve ekonomik yapıda devrimler birbirini izliyordu. Âşık Veysel şiiriyle bu değişimlerin sözcülüğünü yaptı. Çağdaş ve uygar bir düşünceyi savunduğu için de eskimeyecek çağdaş bir şiir bıraktı.”
O, Cumhuriyet Türkiye’sinin sağladığı olanaklardan yararlandı. Cumhuriyet’in ilkelerinin, yeniliklerinin ve güzelliklerinin savunucusu oldu. Atatürk, Türklük, birlik beraberlik, sevgi, hoşgörü, eğitim, tarım, ilericilik konularını işledi. Geri kalmışlıkla, batıl itikatlarla savaşır oldu. Cumhuriyet siyaseti de zaten böyle olsun isterdi.
Eğer Cumhuriyet olmasaydı, Âşık Veysel de Emlek yöresindeki onlarca türkücü gibi köy sınırları içinde yaşayacak ve sessizce bu dünyadan göçecekti. Otuz yedi yaşından sonra, onu şiire yönlendiren, yüreklendiren Cumhuriyet ve Cumhuriyet’in aydınlığını Anadolu’ya götüren Ahmet Kutsi Tecer olmuştu.
Cumhuriyet Türkiye’nin olanakları, yenilikleri ve bunlara karşı Âşık Veysel’in tavrı konusunda birkaç başlık açmak istiyorum:
“HALKEVLERİ
Sarsılmaz Halkevi sağlam temeli
Işık tutar halka yorulmaz eli
Halka hizmet kuruluşu emeli
Atatürk sesi var Halkevlerinde
Halkevleri umum halkın malıdır
İlim, irfan, faziletle doludur
Devam eden Atatürk’ün yoludur
Atatürk izi var halkevlerinde…”
Âşık Veysel’in 1940’lı yıllarda vücut bulduğu sanat mahfillerinin başında halkevleri geliyordu. 1943’de Ankara Halkevi’nde orkestra eşliğinde bağlama çalan Âşık Veysel’in şiirlerinin toplandığı ilk kitabı ‘Deyişler’, 1944’te Halkevleri Genel Merkezi tarafından yayımlanmıştı.
Halkevleri dergilerinde, halk ozanlarına yer veriliyordu. Bu kuruluşlarda, halk türküleri aşağılanmıyor, geliştirilmeye çalışılıyordu.
1932-1951 arasında halkevleri dergi, kitap ve broşür olarak birçok yayın yapmıştı. Hemen hemen her halkevi şubesinin bir dergisi vardı. Bunların sayısı bazı yıllarda yetmişi kadar çıkmıştı. Etkinliklerin bir bölümünün maliyeti devletçe, bir bölümünde mahalli idarelerce karşılanıyordu. Dergilerin yayın politikası belli bir merkezden ve özellikle Ülkü dergisinin patronajı altında yürütülmekteydi. Ülkü dergisi bu dönemde diğer bütün halkevi dergilerine bir model oluşturmuş, onları yönlendirmişti.
Halkevlerinin edebiyatımıza önemli katkısı oldu. Halk destanı, masal, hikâye ve türküleri, halk inanmaları, gelenek ve görenekleri konusunda birçok materyal derlendi.
“Anadolu’nun etnografik, sosyolojik ve folklorik bir haritası” çıkarılmıştı.
Bu yılların en önemli edebî olaylarından birisi, Âşık Veysel’in keşfedilmesi ve ülke çapında tanıtılması olmuştu.
1932-1950 yılları arasında halkevlerinin yayımladığı 70 dergi ve 250’den fazla kitapta binlerce şiir, yüzlerce öykü, onlarca piyes yayınlanmıştı. Atatürk ve İnönü döneminde zamanın önde gelen birçok fikir, sanat ve edebiyat adamı Ülkü dergisinin yazar kadrosunda yer alarak dergiye dikkate değer katkılarda bulunmuştu. Dergi, Fuat Köprülü, Ahmet Kutsi Tecer ve Bedrettin Tuncel gibi bilim ve sanat dünyamızın büyük isimleri tarafından yönetilmekteydi.
Âşık Veysel bir şiirinde diyor ki: “Halkevinin dokuz kolu / Bir kolu var bin bir dalı /Yaprak dahi köke bağlı / Halkın evi, Hakkın evi”
Halkevlerinin dokuz kolu vardı. Bu kollar şunlardı:
1- Dil, Edebiyat ve Tarih Kolu, 2- Müze ve Sergi Kolu, 3- Güzel Sanatlar Kolu, 4- Temsil Kolu, 5- Spor Kolu, 6- Halk Dershaneleri ve Temsil Kolu, 7- Kütüphane ve Neşriyat Kolu, 8- Köycüler Kolu, 9- İçtimai Yardım Kolu.
1933 yılında yayına başlayan Ülkü Dergisi “Milli kültür, milli tarih, milli dil ve milli ekonomi yaratma”yı ülkü edinmişti. Koca Veysel de bu ülküyle coşarak şöyle sesleniyordu:
“Asil Türk Milleti çalışır Veysel
Çalışana ekmek çağırır gel gel
Asla mağdur olmaz çalışan el
İnanç var, iman var Halkevlerinde”
Âşık Veysel, en güzel yirmi üç şiirini Halkevleri Genel Merkezi’nin yayın organı “Ülkü” dergisinde yayınladı: “Toprak”, “Sen Bir Ceylan Olsan Ben de Bir Avcı”, “Derdimi Dökersem Derin Dereye”, “Mektup”, “Tanrı’ya Hitap”, “Arzusun Çektiğim Beserek Dağı”, “Bizim Eller Yaylasına Yürümüş” ve diğerleri. Yine Âşık Veysel’in ilk kitabı Deyişler’i Ahmet Kutsi Tecer hazırlamış ve Halkevleri tarafından 1944 ve 1949 yılında yayınlanmıştı. Ancak son yıllarda Ülkü Dergisi’nde şiirlerine müdahale ediliyordu. Bu da Veysel’in hoşuna gitmiyordu.
1950 yıllarına doğru, Türkiye’de toplumsal ve politik eleştiri yapmak tehlikeli sayılıyordu. Âşık Veysel’in eleştirici bazı şiirleri, sonra haberi olmadan değiştirilmişti. Örneğin, 16 Nisan 1948 günkü Ülkü dergisi’nde (III 2/15) “Tanrı’ya Hitap” adıyla bir şiiri Şöyle yayımlanmıştı:
Memleketi gören sensin
Yok gözünde perde senin
Haksıza yol veren sensin
Yok mu suçun burda senin
Memleketin eleştirisinden hoşlanmayan güçler, sonraki yayınlarında şiiri, “Bu âlemi gören sensin”e çevirmişti. Öte yandan yine Ülkü’nün Haziran 1948 sayısında yayımlanan “19 Mayıs Destanı”nın “İnönü üfledi ateş alıştı” diye başlayan dörtlüğü, 1950’den sonraki yayımlarında kaldırılmıştı.
Âşık Veysel’in Halkevleri ve Ülkü Dergisi ile ilişkisi 1950 yılına kadar sürdü. 14 Mayıs 1950’den sonra Âşık Veysel’in Ülkü’de şiirleri görülmedi.
1927 Yılında İçişleri bakanı olan Şükrü Kaya, halk şiirine ve ozanlarına sıcak bakmıyordu. O yılların Valileri de Bakan’ın görüşleri doğrultusunda davranıyorlardı. Âşık Veysel o yılları anlatırken şöyle demişti:
ELLERİNDE SAZLA GEZEMİYORLARDI
“Elimizde sazla bir kasabaya bile gidemiyorduk. Hem ayıp hem de günahtı. Bir polis bir jandarma görmesin hemen sazımı elimden alıyor, doğru fırına atıyordu. Ayağımızın bağını Ahmet Kutsi Bey çözdü. Elimize bir kâğıt vermişti. Her gittiğimiz yerde gösteriyorduk. Böylece serbest dolaşma imkânına sahip olduk.”
Âşık Veysel, İbrahim Aslanoğlu’na şöyle anlatmıştı:
“Bir gün arkadaşım İbrahim’le Adana’ya gitmiştik. Bakırcılar içinde gezerken bir meraklı bizi dükkânına çağırdı. Oturduk. Arzusu üzerine saz çalmaya başladık. Meğer dükkânın asıl sahibi bir komşusu ile karşı dükkânda namaz kılıyormuş. Sesi duyar duyar hemen koşup yanımıza geldi. Ağzına geleni saymaya başladı. Nerdeyse kolumuzdan tutup bizi kapı dışarı edecekti. Allah’ın ve peygamberin men ettiği bu sazı çalacağımıza, cami avlusunda oturup dilenmek daha iyimiş. Dükkânda bes bereket kalmayacakmış. Bir sürü laf.
İstanbul’da da böyle bir hadise olmuştu. Tramvaya bindik gidiyorduk. Ayakta kaldığımızı gören bir genç hemen yerini bize terk etti. Oturduk. Bunu gören yaşlıca bir kadın gence çıkışmaya başladı. ‘Zamane işte böyle diyordu; bir âlim bir hoca olsa yerlerinden bile kıpırdamazlar. Bunlar kim ki yer veriyorsun. Sazcı değil mi? Saz çalıncaya kadar dilenseler ne var?’ Taş atmaya devam edecekti ama bereket durakta indi de dilinden kurtulduk…”
Âşık Veysel’in yıldızı günden güne parlıyordu. Bazı çevreler, “Gözü görmez, okuma yazma bilmez köylü bu şiirleri söyleyemez. Belli ki aydın bir kısım insanlar yazıyor, ona öğretiyorlar,” diyorlardı. Bu iddiayı öne atanlar örnekler veriyorlardı: “Mesela: ‘Atatürk’e ağıt’ şiirindeki Semerkant, Buhara şehirlerini o nereden bilecek. Mutlaka başkaları ilave etmiştir.” İbrahim Aslanoğlu hocamıza göre, bu iddiada bulunanlar Ahmet Kutsi Tecer’i ima ediyorlardı. Âşık Veysel şu yanıtı vermişti:
“Evvelce köyde radyo gramofon yoktu. Oturup saz çalar, kitap okuturduk. Semerkant, Buhara şehirleri işte o kitaplardan kulağımda kaldı. Bilmeyecek ne var ki?
Kutsi bey, şimdiye kadar bir kelimeyi bile değiştirmedi. O ‘içinden nasıl geliyorsa öyle söyle. Başkasının sözünü karıştırmak şiirin benliğini bozar,’ derdi. Kutsi Bey bu düşünce ile şiirlerime söz karıştırmamıştır ama iyiliği ve yardımı çok olmuştur. Efendim, coşkun bir dere çağıl çağıl akar. Ekseriya sağa sola da taşıp zararlı olur. Halbuki onu bir arkın içine sokup, yanını da bentle kapatırsak durulur, faydalı olur. Kutsi bey beni işte bu bendin içine soktu. Şiirlerimi götürdüğüm zaman her seferinde de ‘Aferin, iyi olmuş; ileride daha iyi olacak’ diye daima beni teşvik etti. Ben de yüzümün kara çıkmaması için elimden geldiği kadar iyi olmasına çalıştım.”
VATAN CEPHESİ VE ÂŞIK VEYSEL
1950’lı yılların sonlarına doğru, Âşık Veysel köyünden pek ayrılamıyordu. Bir yerlere gitmesine konserler vermesine yönetim sıcak bakmıyordu.
Âşık Veysel’in oğlu Bahri Şatıroğlu’nun konuya ilişkin şu sözleri çok dikkat çekicidir; “…babamın bu ovadan dışarı çıkmasını, çalıp söylemesini yasakladılar. Yani kanun çıkarmadılar ama engellediler. Vali, babamın Vatan Cephesi’ne kaydolması, partiye geçmesi için çok gelip gitti. Babam kabul etmedi.”
Veysel köyünde adeta göz hapsindeydi. Yıl 1959’du. Karlı, tipili bir kış günü Âşık Veysel, Sivas Yıldızeli Pamukpınar’dan geçerken belletmenlik yaptığı Yıldızeli Köy Enstitüsü’nü ziyaret etmek istedi, fakat içeri almadılar.
Âşık Veysel, Şarkışla Ovası’ndan çıkıp Anadolu’nun herhangi bir yerinde türkü söyleyemiyordu. Meclis’te 18 Nisan 1960’da “Tahkikat Komisyonu” kurulmuştu. Vatan Cephesi’ne katılanların adları her gün radyolarda okunuyordu. Topkapı’da, Kayseri’de, Uşak’ta İsmet İnönü’ye saldırılar düzenlenmişti. Bu olayları eleştirenler “asi” ilân ediliyor, tutuklanıyordu. Sabrının da bir sonu vardı. Şunları söyledi:
“Demokrasinin budur rejimi
Vatan milletindir kim kovar kimi
Sıkma savcıları, kovma hâkimi
Şekavet yok, adalet var bu yolda
Topkapı’da, Kayseri’de, Uşak’ta
Kimin hakkı vardır bu sefil halkta
Parmaklar oynuyor türlü nifakta
Selamet yok, felaket var bu yolda
…
Manasız mantıksız “Vatan Cephesi”
Vatan milletindir bu neyin nesi
Maksat Menderes’in seçim dalgası
Menderes yok, memleket var bu yolda…”
VATANİ HİZMET TERTİBİ
Âşık Veysel, 1965 yılında oğlu Ahmet Şatıroğlu ile birlikte Ankara’ya geldi. Yanlarına Mustafa Timisi’yi de alarak, Cemal Gürsel Paşa ile görüşmek için Çankaya’ya çıktılar. Paşanın Genel Sekreteri Nasır Zeytinoğlu’na, görüşme istediklerini ilettiler. Genel Sekreter başlangıçta görüştürmek istemedi. Ayrılırlarken Âşık Veysel, ayak üzeri Zeytinoğlu’na, “Bir köylünün diğerini suya götürüp, susuz getirme’’ öyküsünü anlattı. Sonunda da;’’İşte biz suya geldik, susuz gidiyoruz’’ dedi. Anlatılanlar Nasır Zeytinoğlu’nun hoşuna gitti. “Bunları uygun bir zamanda Paşa’ya anlatacağım. Sonucunu size bildiririm’’ diyerek, adreslerini alıp onları uğurladı.
Kısa bir süre sonra Cemal Paşa, Âşık Veysel’i makamına kabul etti. Görüşme sırasında Âşık Veysel, daha çok birlik beraberlik, kardeşlik ve benzeri konularda yazmış olduğu şiirlerini okudu. O günlerde Kızılay’da bulunan Büyük Sinema’da vereceği konsere Gürsel Paşa’yı davet etti. Paşa’da konser günü Büyük Sinema’ya gelerek Veysel’i dinledi.
Cemal Gürsel Paşa’nın gelip dinlediği konser, 3 Nisan 1965 Cumartesi günü yapılmıştı. Bir jübile niteliğindeydi. Âşık Veysel 71. Hacıbektaş Kültür Kalkınma ve Yardım Derneği düzenlemişti. Geceyi, Refik Ahmet Sevengil bir konuşma ile açmış, Tomris Oğuzalp şiirlerini okumuştu. Geceye, Işık Yenersu, Âşık İhsanî, Güllüşah, Nesimi Çimen, İsmail Daimî, Kul Hasan da katılmıştı.
1965 yılının Âşık Veysel’in hayatında önemli bir yeri vardı. Tahsin Banguoğlu ve Aydın Bolak’ın çabalarıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysel’e,“Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü” 500 lira aylık bağlanmıştı.
26 Temmuz 1965 tarihli Resmî Gazete’de yayınlanan kabul tarihi 16 Temmuz 1965 olan 690 sayılı kanun şu şekildeydi:
“MADDE 1- Âşık Veysel adı ile tanınan Halk Şairi Veysel Şatıroğlu’na anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı, yaşadığı sürece vatani hizmet tertibinden (500) lira aylık bağlanmıştır.
MADDE 2- Bu kanun yayım tarihini takip eden aybaşında yürürlüğe girer.
MADDE 3- Bu kanunu Maliye Bakanı yürütür.
20 Temmuz 1965
Cumhurbaşkanı: Cemal Gürsel
Başbakan: S. H. Ürgüplü
Devlet Bakanı Başbakan Yardımcısı: S. Demirel”
TC tarihinde ilk kez yaşanan böylesi bir durum çeşitli çevrelerde farklı farklı yorumlanmıştı. Veysel’in o güne kadar yaptığı hizmetlerin sonucunda aldığı maaş, devletin bu hizmetleri “ödüllendirmesi” biçiminde yorumlanacağı gibi, bir aşığın özel kanunla “emekli edildiği” biçiminde de yorumlanıyordu.
22-30 Ekim 1967’de Konya’da yapılan II. Âşıklar Bayramı’nda Veysel, jüri üyeliği yapmıştı.
ÂŞIK VEYSEL’İN CUMHURİYET ATATÜRK SEVGİSİ VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
Âşık Veysel’in dünya görüşünün belirlenmesinde öncelikle, yaşadığı sosyal çevre etkili oldu. Yaşadığı sosyal çevrenin bir yanında, tarıma dayalı, savaştan yeni çıkmış bir toplumun ekonomik ezikliği ve kolera gibi, çiçek gibi salgın hastalıkların pençesinde patır patır dökülen insanların coğrafyası vardı. Bir yanda da Cumhuriyet’in ilk aydınlarının Anadolu’ya götürdükleri ışık ve sıcaklık vardı. Banlara gözünü yitirmiş insanın fiziki ve ruhi yükü eklenmişti. Gözlerinin görmeyişi, doğal olarak onu etkilemişti:
“Kuş olsan da kurtulmazdın elimden / Eğer görsem idi göz ile seni” derken bu anlamda duyduğu acının ne kadar derin olduğunu gösteriyordu.
Âşık Veysel, kimi zaman umutsuzluk ve hiçlik duygusuna kapılsa da temelde yaşama sarılmayı elden bırakmadı.
Âşık Veysel’in yukarıda sözünü ettiğimiz sosyal çevreyi, gözleri görmez, okuyamaz, yazamaz, her an yanında okuyan yazan birilerini bulamaz durumunu göz ardı eden bazı kişiler dudak büküş içinde oldular. Belinde kılıç, elinde tüfek, toplumun önüne geçerek kavga yapmadığını ya da sanatını “izm”lerin sloganı haline getirmediğinden yakınarak “Onun sanatı var olanı öven, mevcuda kanaat eden romantik sanattır,” hükmünü verdiler. Âşık Veysel’i anlamaya çalışmadılar. Gerçek olan, Âşık Veysel, yaşamıyla, yaptıklarıyla, şiirleriyle vardı. O kuşkusuz yüzyıllar ötesini aynen tekrarlayan klasik anlamda algılanabilecek bir âşık değildi. O geleneği çağdaş yörüngeye taşımış, yeni bir ivme kazandırmıştı. Bu gerçeği Ahmet Kutsi Tecer yıllar önce görmüş şunları yazmıştı:
“Aşığımız, Şarkışla’nın nüfus kütüğünde Cumhurluk vatandaşı olarak “Şatıroğlu” adı ile kayıtlı bir Türk’tür. Hayatının bu son yirmi yılı içinde sanatını genişleten, sazına ve sözüne zamanın rengini getiren çağdaş bir sanatçı olarak da Şatıroğlu vardır.
Âşık Veysel’de Veysel Şatıroğlu dirilirken, Veysel Şatıroğlu’nda Âşık Veysel bitiyor. Tanzimat’tan gelenlerle onun farkı, gelenekten çıkageldiği için, bir ses farkıdır. Onun teli bize göre bağlanmıştır. Tanzimat’ın teli taklit bir bağlanmadır; evvelkisine ‘düzen’, ikincisine ‘akort’ dediğimiz gibi. …
Şatıroğlu’nun deyişleri de bir araştırma, bir denemelerdir. Onun da başlıca vasfı, zamanımızın vasfı ile denkliğidir. Onda millet-halk bütünü duygusu, onda vatan-toprak duygusu hakimdir…”
Âşık Veysel hem gelenekçi hem de yeniydi. Hayatının sonuna kadar gelişimini sürdürdü. En güzel ve kalıcı şiirlerini Hakk’a yürüyüşünün hemen önceki yıllarda söyledi. Alevi kültüründe yetişmesine, babasının tekke geleneğine bağlı olmasına karşın Âşık Veysel diğer Alevi ozanlarda görülen duvaz imam söylemiyordu. Yalnızca bir plağında usta malı bir duvaz imam okuduğunu biliyoruz. Kendine ait şiirlerde “Şah” ve “on iki imam” sözcükleri geçmiyordu. O bilinçli olarak böyle bir ilkeyi yaşam felsefesi olarak seçmişti.
ÂŞIK VEYSEL’İN AYDINLIK DÜNYASI
Âşık Veysel bir yandan kendini kahır ve sabırla yetiştirmiş, sözlü halk kültürünün gelenekçi saz şairliğinin bozulmamış bir örneği veya halkası gibi görülürken, öte yandan çağın sesine kulak vermiş, kör inanışlarla savaşacak kadar aydınlanmış, eski sazla yeni sözler söylemesini bilmişti.
Karanlık dünyasını aşan düşüncesi, çağdaş insan sorunlarına çözüm arayacak yol gösterecek kadar gerçekçi olmuştu.
“Aldanma cahilin kuru lafına
Kültürsüz adamın külü yalandır
Hükmetse dünyanın her tarafına
Arzusu hedefi yolu yalandır.”
Veysel’in okuması yazması yoktu. Bunun eksikliğini tatmış, zorluklarını yaşamıştı. Onun için cehalete karşıydı. Her türlü kötülüğün cahillikten kaynaklandığını işaret ediyordu. Her iyi şeyin ancak eğitimle, bilgiyle, kültürle olacağına inanmış, ilim ve kültürü insanlarımıza birinci hedef olarak göstermişti. “Kültürsüz insanın külü yalandır” derken cehaletin zararlarını örnekleriyle anlatıyordu.
BABACAN VEYSEL
Veysel’in en olgun şiirleri insanı ve insanla ilgili öğeleri konu alan şiirlerdi. Bu deyişlerde Veysel, insanın kaynağından başlayarak bir gövdede canlanmasını, bu süre içerisinde nasıl çalışması, nasıl davranması gerektiğini ve bu yolun sonunda gene kaynağına dönmesini anlattı.
Onun şiirlerinde eskimeyen, insan gerçeğini bir bütünlük içinde bulabiliriz. Toprağı severken, çiftçilerin yaşayışını anlatırken, çevresini işlerken, ağaçlara, çiçeklere yönelirken gerçeklere sıkı sıkıya bağlıydı. Yakınmalarında, övgülerinde, yergilerinde sıcak bir insancıl duyuş, yüreğe işleyen tatlı bir söyleyiş vardı. Bu onun Alevî Bektaşî geleneğini sürdürmesi, yetiştiği ortam, yaşadığı çevre, edindiği şiir bilgileri gereğiydi.
Veysel, ülke kalkınması için çalışmanın lüzumuna inanıyordu. Büyük Önder’in gösterdiği hedef olan çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak için teknolojide tarımda, sanayide atılım yapabilmesi için, ülke insanının gaflet uykusundan uyanması için çalışmak çalışmak çalışmak gerekliydi.
“Son verelim iftiraya, bühtana
Kardeşane çalışalım can cana
El birlikle çalışalım vatana
Çok okul, fabrika kuralım kardeş…”
Bütün iyi niyetli, babacan insanlarımız gibi, o da çalışmayı öğütlerdi. Çalışma güzelliğini anlatırdı şiirlerinde. Batıl inançlara, çağdışı tutuma karşı olan Veysel, bu konuda da oldukça duyarlıydı:
“Devri Cumhuriyet asırı yirmi
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
Dünya ayaklanmış aya gidiyor
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş
Bırak sar’öküzü varsın yayılsın
Set çekme gözlere herkes ayılsın
Her köşeye bir fabrika kurulsun
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş…”
“Bırak sar’öküzün varsın yayılsın” derken, “Dünyanın sarı öküzün boynuzları üzerinde durduğu” inancıyla alay ediyor.
Cumhuriyet aydınlanmasına vurgundu. Aydınlanmanın o yıllarda tek aracı Milli Eğitim’di. Milli Eğitim seferberliğinde üzerine düşen görevi yaptı. Dünyanın en zengin aklının okul olduğunu vurguladı:
Dünyanın en zengin aklını gördüm
Sermayesin sordum dedi ki okul
İnsanlara hizmet yaptığın yardım
Merhametim, duygum dedi ki okul
Çocuklarımıza birçok şiirinde, “Oku benim cici yavrum /Okul cennet meyvesidir/ Okuldadır türlü san’at / Medeniyet menbasıdır” diyerek okulun güzelliklerini, yararlarını anlatmıştı.
Âşık Veysel’in bir başka özelliği, tarım mücahidi olması ve toprak sevgisini, ağaç sevgisini şiirlerinde öğretmesiydi. Veysel’in meyve bahçesi köyün gurur kaynağı olmuştu.
CUMHURİYETE KOL KANAT GERDİ
Cumhuriyet denilince aklımıza Büyük önderimiz Atatürk geliyor. Egemenliğin kayıtsız şartsız ulusun olması geliyor. Saltanatın kaldırılması, kurtuluş savaşımız, uygarlık ülkümüz, milli eğitim, endüstri ve tarım seferberlikleri geliyor. Demokrasi geliyor aklımıza, laiklik, sosyal hukuk sistemi, taassuba karşı mücadele geliyor.
Demiryolları, madenler, sağlık hizmetleri, yerli mallar geliyor aklımıza. Sonra Türklüğümüzle övünmek, çalışmak, güvenmek geliyor. Çağdaş uygarlık düzeyine çıkmak amacı geliyor. Okul, okul, okul ve gerçek yol göstericinin bilim olduğu geliyor.
Yirminci yüzyılın Türkiye’sinde, Cumhuriyetçi Halk Aşığı Veysel, halkın dili ile halka ters tepki yaratmayacak dozlarda halk öğretmenliği yaptı. Cumhuriyet’e kol kanat gerdi.
Âşık Veysel, şiirlerinde toplumu ilgilendiren, toplumu aydınlığa ulaştıracak her konuya değindi. Halkın arzularını, duygularını yansıttı. Hoşa gitmeyen davranışları da eleştirmekten geri kalmadı. Her zaman birleştirici, kaynaştırıcı, içinde insan sevgisi olan barış mesajları vermekten geri kalmadı. O, dostluk, kardeşlik ve insan sevgisiyle doluydu. Kin, düşmanlık, nefret, fitne ve çekememezlik gibi kelimeler Veysel’in kişiliğinde yer bulamazdı.
Düşünce, inanç, etnik nedenlerle insanlarımızın birlik ve beraberliğimize zarar verecek şekilde birbirlerine düşmanca davranmasına, kamplara bölünmesine üzülüyor, üzüntüsünü dile getirirken öğütler veriyordu:
“…Hedef alıp dövüştüğün kardeşin
Seni yaralıyor attığın taşın
Topluma zararlı yersiz savaşın
Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız…”
Yüce Atatürk, “Övün, Çalış, Güven” demişti. Âşık Veysel tarihiyle, ulusuyla övünmüştü. Herkesin de alnı açık öğünmesini isterdi.
Veysel: “İkilikten gelir belâ / Dava, insanlık davası.” diyor. Âşık Veysel “Alevi-Sünnilik nedir?/ Menfaattir var varası” diyordu. Nitekim Alevilik ve sunilikten maddi ve politik açıdan yararlananlar ona karşı oldular. O hiçbir öğrenim görmemişti. Çevresinden duyup dinlediklerini kendi mantık süzgecinden geçirerek kendine özgü düşüncesini oluşturmuştu.
Âşık Veysel, cumhuriyetin ozanı olarak halk şiirine çağdaş bir kanal açmıştı. Ömrü boyunca Atatürk’e ve cumhuriyete bağlı kaldı. Barışın ozanı oldu.
“Yürüyelim Atatürk’ün izine
Boş verelim bozguncular sözüne
Göz atalım şu dünyanın hızına
Yürüyüp hedefe varalım kardaş”
Şiirin sonunda “Bana düşman etmiş vatandaşımı / Sebebi ne ise soralım kardaş” diyen Âşık Veysel, ırkımız, neslimiz bir olduğu halde, yurdun yaralarını sarmak dururken, kardeşin kardeşe düşman olmaması gerektiğini söylüyordu bizlere.
Şiirlerinde Atatürk’ü anlatmış, devrimlerini dile getirmişti. Pek çok şiirinde ise Türklüğü ile övünmüştü:
“Muhabbetin canda haslardan hastır,
Avutur Veysel’i bir şen piyestir.
Türk adı babamdan bana mirastır,
Daha bundan başka adı neyleyim.
diyen Âşık Veysel için sevgilerin en yücesi Vatan sevgisiydi. Âşık Veysel’in şiirlerini incelediğimizde büyük bölümünün yurt güzellikleriyle ve vatan sevgisiyle ilgili olduğunu görürüz:
“…Vatan bizim, ülke bizim, el bizim
Emin ol ki her çalışan kol bizim
Ayyıldızlı bayrak bizim, mal bizim
Söyle Veysel öğünerek, överek.”
Âşık Veysel, sürekli vatanının yükselmesini arzulamıştı. Bir ülkenin esenliği ve kalkınmasında ülke insanı için gerekli olan birlik, yurt sevgisi, çalışmak, milli kültüre bağlılık gibi faktörler, onun şiirlerinde yer almıştı. Türkiye’ye âşıktı. Kimi zaman şiirlerinde Kızılırmak, Tecer, Çamlıbel, Beserek Dağı, toprak, orman gibi tabii değerlerimize; kimi zaman Karaözü, Erzincan, İstanbul, Sivas gibi beldelerimizin güzelliklerine; kimi zaman da okul, hastane, köprü gibi kurum ve kuruluşlara yer verirken, ülke meseleleri karşısında kayıtsız kalmamıştı. O, yurdumuzun çeşitli yerlerinin güzelliklerini anlatmıştı ama Türkülüğü bir başka coşku içinde dile getirmiş.
“Türklerdir bizim atamız
Halis Türk’üz kanı temiz
Şarkı gazeldir hatamız
Türk’üz türkü çağırırız…”
Böylesine Türklüğüyle gurur duyan kaç şairimiz vardır? Dünyada mal, mülk, giyim, kuşam gibi şeylerde gözü olmadı. Ama Türklük ve vatan konularında duygusaldı:
“İstemem dünyanın saltanatını
Süslü giyimini Arap atını
Bilirsem Türklüğün var kıymetini
Vatanım milletim bana kafidir…”
Veysel’in yaşıtları, vatan savunmasına giderken o köyde kalmıştı. Bu durumdan öylesine rahatsız olmuştu ki, şiirlerinde dile getirmekten geri kalmadı:
ÂŞIK VEYSEL’E AĞIR ELEŞTİRİLER
Cumhuriyetin ilk yıllarında ağa, eşraf dışında halkla kurulabilen en kestirme yol âşıklardan geçiyordu. Âşıklara ilginin temelinde, yeni rejimin halka benimsetilmesi konusunda âşıklardan yararlanma arzusu vardı. Açılmak istenilen aydınlık yolu halkça halkın diliyle anlatanların başında Aşık Veysel geliyordu.
Çeşitli fraksiyonların söylemlerini tekrarlamaktan başka kalıcılık adına varlık üretemeyen kavgacı yapay ozanlar tarafından eleştirildi.
Her zaman millî birlikten yana olan Veysel 60’yı yıllarda etkisi gittikçe artan protest/muhalif tavırdan yana olmadı.
“İzm’li” perspektife yerleşen birçok kişi, Veysel’i ağır dille eleştiriyordu. Örneğin Aşık Zamanî şöyle yazmıştı:
Çok dokundu mızrap ile tellere
Bozuk perdeleri görmedi Veysel
Ağıt yaktı bülbül ile güllere
Dikene elini sürmedi Veysel
Ağlayıp sızladı derdini döktü
Vurdular başına boynunu büktü
Çobandı ağanın koyununu güttü
Ver benim hakkımı demedi Veysel
Balta sapı için çattı hırsıza
Dur demedi sömürücü arsıza
Vatandaş muhtaçken ekmeğe tuza
Bunun nedenini sormadı Veysel
Der Zamanî Veysel büyük ozandı
Halkın değil kendi kendin yazardı
Sözü hançer iken kaçıp saklandı
Zalimin başına vurmadı Veysel
İKİNCİ SİVAS HALK ŞAİRLERİ BAYRAMI
Âşık Veysel’in de aralarında bulunduğu Birinci Sivas Halk Şairleri Bayramı, 5 Kasım 1931’de yapılmış, üç gün sürmüştü. On beş Âşık ve hikâye anlatıcısı katılmıştı. Bunlar arasında Âşık Veysel, Revanî, Suzanî, Âşık Süleyman, Karslı Mehmet, Hikâyeci Ali Dayı, Âşık Müştak, Yarım Ali, Talibî, Yusuf, San’atî, Âşık Ali bulunmaktaydı. O yıllarda Veysel bayrama katılmakla birlikte kendi şiirlerini henüz söyleyemiyor, yalnızca usta malı türküler, deyişler söylüyordu.
Tam otuz üç yıl sonra Sivas’ta İkinci Halk Şairleri Bayramı yapıldı. Bu bayramda da Âşık Veysel vardı. Yalnız bir farkla, katılanların içinde yaşça ve başça en büyükleri Âşık Veysel’di.
Bayrama Dertli Haydar (Haydar Özdemir), Seyit (Seyit Türk), Ali (Ali Akış), Cehdi (Veysel Cehdi Kut), Ali İzzet, (Özkan), Feryadî (Mustafa Feryadi Çığıran), Ali (Ali Tozkoparan), Derdiment (Fatma Oflazoğla), Hamit (Hamit Şeker) ve Âşık Veysel Katılmıştı. Âşık Veysel içlerinde en kıdemlisi ve saygı göreniydi.
Kangallı Derdiment’ti. (Fatma Oflaz) Veysel’in gördüğü ilgi üzerine, yanında bulunan General Fuat Doğu’nun kulağına eğilerek:
“Veysel tanınmış bir firmaya benzer. Piyasaya iyi mal da, kötü mal da sürse kapışılır. Biz dükkânı yeni açtık. Malımız en iye cinsten de olsa, çok rağbet görmez,” demekten kendini alamamıştı.
YALNIZ BAŞINA KALMIŞ
1964 yılında, İstanbul’a gelmişti Âşık Veysel. Sirkeci’de küçük bir otelde kalıyor, sağlık sorunlarını çözmek için uğraşıyordu. Pek arayanı soranı yoktu. Henüz Fikret Kızılok, Esin Afşar onun ezgilerini keşfetmemişti. Akşam Gazetesi’nden Yener Süsoy, Veysel’i otelde ziyaret etti, dertlerini dinledi. Bu röportaj şöyleydi:
“Sirkeci’nin Afyon Eskişehir oteli tekinsiz bir mekân, ucuz cinsten. Odada üç yatak var. Pencerenin hemen yanındakinde bağdaş kurmuş bir ozan oturuyor. Elinde bir saz, hem çalıyor, hem söylüyor. Sabit nazarlarla baktığına göre âmâ olsa gerek. Kulak verelim biraz. Evet, sesinden de, sazından da tanıyoruz bu ozanı: Ünlü halk ozanımız Âşık Veysel Şatıroğlu. Âşık Veysel tam otuz yedi gündür bu otel odasının dört duvarı arasında oturuyor. Oturuyor da dost bildiği kişiler arayıp “nasılsın” diye bir kere bile sormuyor. Kapısını bir kere olsun açmamışlar odasının. Ama yine de bu durumdan yakınmıyor. Eh… Altmış iki seneden beri sazını hiç bırakmamış. Ama gel gör ki…
Yedi yaşından itibaren, dünyanın ışığına gözleri kapanmış. Kendi dünyasının adamı olmuş. Anasının ak sütü bildiği sazıyla, söylediği şiirleri öylesine süslüyor ki “Yaş yetmiş beş” diyor Veysel ve devam ediyor:
Ömür geldi sonbahara
Kış yapıyor ara sıra
Gazel düştü yapraklara
Gül soruyor kara bahtım
Ne Veysel İstanbul Radyosu’na uğruyor. Ne de onu arayıp soran var radyodan. Nedenini sorunca başlıyor anlatmaya.
“Ne dersin bey, kimseye minnet edemiyorum. Bir kere olsun beni sormadılar. Halbuki bugün halk müziğinde şeflik masasında oturanlar, milletten aldıkları türküler sayesinde bu mevkie ulaştılar. Onların ilerlemelerinde payımız büyük. İşte bunun meyvelerini de topladık, yalnız başımıza kaldık.”
Bir an soluk alıyor:
“Âşık, bir ağaca benzer bey. Meyvesinin tadını kendisi bilemez. Ancak yiyenler bilir. İşte bu meyvelerden Anadolu’da yaşayanlar daha iyi biliyor. Büyük şehirlerdekiler, henüz daha tadını alamadı. Bir de son zamanlarda, türküleri alafrangaya çevirmek çıktı. Olmuyor da. Olmaz da. Olduğu gibi neden tanıtmayız sanki. Mutlak değiştirmek mi lazım?”
Dertsiz ozan olur mu hiç. Dertler bir yana, yaş ilerleyince insan kendini ölüme daha yakın bulurmuş. İşte Veysel de böyle diyor:
Veysel söyler derdi çoktur,
Ecel gelir, ölüm haktır
Saklanmaya imkân yoktur
Ora bahtım, bura bahtım.
(Yener Süsoy / Akşam Gazetesi / 1964)”
BİR KÖY ARİFİYDİ
Çektiği birçok sıkıntılara rağmen Veysel, fıkralar anlatır, şakalar yapar, Anadolu halk adamı kişiliğini dinleyenlerine kabul ettirirdi. İçi dertli dışı şakrak; susmak bilir, söz bilir; kendine has üslubu ile nükteler söyler tam bir köylü arifiydi. İç âlemindeki aydınlıkla, bizlerin gören gözlerimizin göremediği güzelliklerin hazzını bize sezdirirdi.
Dış dünyanın rengini, biçimini, çiçeğini, kelebeğini, çocuk yaşının hatıralarından bilen Âşık Veysel’in çok renkli ve aydınlık bir iç dünyası vardı. Kulaktan eğitilmiş olmasına rağmen, halk şiiri geleneğinin kaynağına kadar uzanan köklü bilgisi bulunuyordu.
1971 yılının başlarında Âşık Veysel oğlu Ahmet Şatıroğlu ile İstanbul’a geldi. Rahatsızlıkları vardı. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın önerdiği birkaç doktora göründü. Ben de onlarla birlikteydim. O zaman Mehmet Faruk Gürtunca’nın sahibi olduğu Hergün gazetesinde çalışıyordum. İzlenimlerimi günü birlik gazeteye yazıyordum.
22-24 Temmuz 1971’de İstanbul’da Açık Hava Tiyatrosunda, Âşıklar Şenliği ve Altın Saz Yarışması düzenlendi. Âşık Veysel şeref misafiri olarak katıldı. Erzurumlu Reyhanî, Ardanuçlu Efkârî, Murat Çobanoğlu, Tokatlı Selmanî, İzmirli Nevcivan Bacı, Âşık Güllüşâh Bacı, Kadirlili Abdülvahap Kocaman, Urfalı Kadir, Tekirdağlı Âşık Divanî, Maraşlı Hüdaî katılan âşıklar arasındaydı.
Âşık Veysel, son konserini Hacı Bektaş ilçesinde vermişti. Ahmet Şatıroğlu, babasının son konserini şöyle anlattı:
“Babam, son olarak 15 Ağustos 1971’de Hacı Bektaş Turizm Derneği tarafından çağrılmıştı. İlk günü babam sahneye çıktı. Salon tıklım tıklım dolu idi. Halk “Toprak” şiirini istedi. Babam da: ‘Sayın seyirciler, zaten bir avuç toprağım var. O da üstümü örtecek, size neyimi vereyim’ dedi. Ve Toprak’ı okumaya başladı; fakat bitiremedi. Sahneden ayrılmak zorunda kaldı. Ertesi sabah hastalandı. Bu, onun son konseri oldu.”
AŞIK VEYSEL’İN HEYKELİ SÜRGÜN EDİLDİ
Âşık Veysel Hakk’a yürüdükten sonra da siyasi bağnazlar, ruhunu taciz etmeyi sürdürdü. Sadık yâri toprağa düştüğü 21 Mart 1973’den itibaren İstanbul’da Hürriyet gazetesi, Âşık Veysel heykelini yaptırma kampanyası açtı. Ülkenin ünlü sanatçıları, iş adamları, öğrenciler, apartman kapıcıları bile kampanyaya katıldı. İlk bağış yapanlardan biri Zeki Müren olmuştu. Kampanya büyük ilgi gördü. Heykeli ülkenin en büyük heykeltıraşı Kenan Yontunç yapacak, Veysel’in bedeniyle bire bir aynı ölçüde olacaktı.
Sivas Belediye Başkanı, Sivas Valisi, Sivil Toplum Örgütleri, Sivas’ın önde gelenleri, gazeteye sürekli demeçler veriyor, memnuniyetlerini bildiriyor, şehrin en iyi yerini heykele tahsis edeceklerini belirtiyorlardı. Vaatlerini sıralıyorlardı. Kampanya o kadar hızlı ilerlemişti ki, toplanan paralarla heykelin masrafı çıkmış, artan para ile de köyün okulu elden geçirilmiş, elektriği olmayan Sivrialan’a elektrik temini için, gerekli direkler, sair malzemeler alınmıştı.
Sonbaharda heykel bitti, Sivas’a götürülecekti ama, Sivas’ı yönetenleri bir sancı tutmuştu. Sivas’ta Alevi karşıtı bağnazlar, tarafından sürekli tehdit mektupları geliyordu. Heykel dikildiği takdirde parçalanacağı vs ihbar ediliyordu. Sonuçta 1973 yılının Sivas Belediye Başkanı, Hürriyet Gazetesi’ni bir mektup gönderdi. Mektupta, Sivas’ın kıyıda köşede kalmış, turistin gelmediği bir yer olduğunu, eğer İstanbul’a dikilirse turistlerin görebileceğini bunun için heykeli kabul edemeyeceklerini yazmıştı.
Heykel Sivas’a dikilmeden sürgün edilmişti. Zamanın İstanbul Belediye Başkanı Dr. Fahri Atabey, Gülhane Parkına dikilmesine izin verdi. 24 Kasım 1973’de İstanbul Valisi Namık Kemal Şentürk’ün de katıldığı törenle Gülhane parkındaki Aşık Veysel heykeli açıldı. O günden bu zamana kadar 21 Mart Günleri Âşık Veysel anmaları bu heykelin önünde yapıla geldi.