Âşıklık Gelenği ve Âşık Veysel

Ahmet ÖZDEMİR

Konferansıma geçmişten günümüze baksı, kam, ozan gibi adlar alan âşıklığın, bir başka adla saz ya da halk şairliğinin zaman tüneli içindeki yolculuğundan ve geçirdiği aşamalardan satır başlarıyla söz ederek başlamak istiyorum.

İslâmiyet öncesinin halk sanatçıları, aynı zamanda büyücülük ve doktorluk görevi üstlenmişlerdi. Törenlerde dans ederken sazlarıyla da destan parçaları, sav, sagu, koşuk okuyarak kötü ruhları büyüleriyle engellemeye çalışıyor, hastaları sağlatıyorlardı. Türklerin en eski sanat ürünleri, büyüsel törenlerden kaynaklanıyordu.

Şaman, kam yahut baskı veya ozanlar, ayin yöneten, halk arasında önemli kişilerdi. Yönettikleri ayinlerde kullandıkları müzik aletlerinden biri davul, diğeri kopuzdu. Söz söylemek, saz – kopuz – davul çalmak gibi yeteneklerin yanı sıra, büyücülük, hekimlik örneği çeşitli görevleri de üzerlerinde toplamışlardı

Eski Oğuzlarda, İslam’dan sonra, Şamanizm geleneklerini devam ettiren ozanlar, kopuzu kutlu sayıyorlardı. Dede Korkut, her hikâyede kopuzu ile meydana çıkıyor, ad verirken, dua ederken, hep kopuz çalıyor; Oğuz kahramanı kopuzun sesinden kuvvet alarak uğraşısında başarı kazanıyordu.

“İslamiyet’in kabulüyle Ozan-Baksı geleneği terk edildi. İslamiyet’in kabulünden sonra yeni bir yurt edinme çabasında olan Türklerin yeni dini benimseme ve yayma çabası ile Tekke Edebiyatı diye anılan edebiyat ve bunu var eden şairler çıktı. Ancak, Ozan-baksı geleneği, İslam sonrası tekke halk edebiyatının alevi Bektaşi kolu içinde izlerini sürdürdü.

Günümüzde Cem törenlerini yöneten dedelerimizin saz çalmaları, öğretilerini saz eşliğinde deyişlerle sürdürmelerine, semah dönerek ruhlarını arındırmalarına dikkatinizi çekmek isterim.

Diyebilirim ki, Ozan-Baksı geleneğinin özelliklerinden olan büyücülük, hekimlik, din adamlığı gibi işlevler, Türklerin İslâmiyeti kabul edişiyle sona erdi. Ortaya çıkan yeni tip Âşıklar, halk eğitimciliği ve halk sanatının temsilciliğini üstlenmişlerdi.

Adına ister ozan, ister âşık deyiniz; İslâmiyet sonrasında halk şiirini var edenler halk şairleriydi. İslâmiyet sonrası oluşan “Âşıklık geleneğine” göre, âşıklar; şiir söyleme gücünü, kendilerine rüyalarında pir’in sunduğu aşk badesini içerek ve idesindeki sevgilinin hayalini görerek kazandıklarını öne sürüyorlardı. Buna İslamiyet öncesi şamanların olağanüstü güç sahibi olmalarının, tortusu ya da İslâmî makyajı dememiz mümkündü. Olağanüstü bir güçle şairlik niteliği kazandığını söyleyen kişileri diğerlerinden ayırmak için,  “bâdeli âşık”, “hak aşığı” denilmişti. Bu nitelikte olan ve doğaçlama şiirler de söyleyen halk şairleri, yalnız bizde değil, Farslarda ve Araplar da vardı.

Her ne kadar rüyada bade içerek âşıklık kudreti kazandıklarını öne sürseler de, âşıklar bir usta âşığın yanında yetişiyor; saz çalmasını öğreniyor, şiir söylemesini, onların usta deyişlerini dinleyerek, tekniklerini inceleyerek, kavrıyorlardı. Yeterli düzeye eriştiklerinde, ustalarınca kendilerine “mahlas” denen bir takma ad ve şiir söyleme izni veriliyordu. Onlar da yeni çıraklar yetiştiriyor, gelenek böylece sürüyordu.

Eflatun Cem Güney, gelenekteki aşıklığa başlayışı, o tatlı anlatımıyla şöyle yazmıştı:

“… Âşıklıkta yol var erkân var. Bir defa ustalardan usta bir âşık bulup, el, etek öpeceksin.; sonra önünde diz çöküp şöylesine yalvaracaksın:

‘Âşık baba; gel rahmeyle; beni çıraklığa kabul et; kalbim var, dilim yok; derdim var, telim yok; kalbimi dile, derdimi tele getirmenin yolunu öğret. Yolunda yürüyeyim, yolunda öleyim,’ diye .. O âşık da halden, dilden anlayan bir âşıksa:

‘A yiğidin genci’ der ‘sen bu aşkla iyice aşılanmış, haşlanmış, taşlanmışsın, daha fazla yaşlanıp başlanmasan da olur; sende yalnız aşk değil; âşıklık cevheri de var. Hele bir dur, seninle yayla konup göçeriz. O çiçekli yerlerde gönlün gül olup açılır; dilin de bülbül olup söyler, bunlar olur şey! Vezni düzeni kavramak, ayak kurmak, söz bulmak; bunlar kolay iş; beni dinleye dinleye, deyişlerimi söyleye söyleye alışır, yetişirsin: Gayri koşmalar mı dedin, koşmalar koşarsın; varsağılar mı dedin, varsağılar söylersin, ….”

Gelenekte, çıraklık, âşıklığın okuluydu. Usta âşık da bir zamanlar aynı yoldan geçmiş, bir ustaya kapılanmıştı. Ustasından “meydan açma”yı, “divana çıkma”yı, hikâye anlatmayı, ayak kurallarını ve “âşık makamları”nı ve diğer âşıkları öğrenmişti. Çırak ustasının ölümünden sonra meclislerde, sohbetlerde, onun şiirleriyle söze başlar, adını yaşatırdı.  Kimi âşıklar, fiili çıraklık yapmasalar, birine kapılanmasalar bile, manevî olarak bazı âşıkları usta kabul eder, o âşığı örnek alırdı.Kul Himmet Üstadım, Er Mustafa Şah Hatayı Ustam, Pir Sultan Üstadım örneklerinde olduğu gibi.

Burada sözü Âşık Veysel’e getirelim: Onun Âşıklık geleneğinde usta çırak ilişkisi yaşayıp yaşamadığına siz karar verin. Âşık Veysel rahmetli hocamız İbrahim Aslanoğlu’na da şöyle demişti:

“..Gözlerimi kaybettikten sonra babam oyalansın diye sazı getirip önüme koydu. Sazın ne olduğunu bilmiyordum ya. Devamlı olarak çalmaya teşvik etti. Ama ben bir türlü beceremiyor, iki de bir akordu bozuyordum. Başkaları çalarken hoşuma gidiyordu. Adeta sazın içine girmeye çalışıyordum. Esas bana sazı Çamşıhılı Ali Ağa öğretti. Hem bizim bostanda çalışır, hem de benimle meşgul olurdu. Sonra Molla Hüseyin’in emeği çoktur. Başlangıçtan sona kadar ben bozdum, o düzeltti. Ancak akort etmeyi öğrendikten sonra zevk duydum.”

Çeşitli anlatılara göre, Veysel’in eline tutuşturulan sazı da Ali Ağa, yani Âşık Al’â yapmıştı. Şöyle ki, saza türküye meraklı olan Âşık Veysel bir toplantıda saz çalan aşığın yakınlarına kadar sokulduğu sırada, toplantıda bulananların biri, sekiz dokuz yaşlarındaki Veysel’i “Çekil ulan kör oğlan!” diye itekledi.

Bunu Ali Ağa görünce çok üzüldü. Bulduğu bir kütüğü oyarak Veysel’e o sazı yaptı. Çamşıhılı Ali Ağa ona yalnız saz çalmayı değil, Kul Abdal’dan, Emrah’tan, Dertli’den, Sıtkı’dan, Kemter’den, Veli’den ve daha onlarca âşıktan şiir, türkü ve türkülerin hikâyesini öğretti.

Örneğin, Âşık Veysel Radyo Repertuarı için “Ağgül” türküsünü kaydettirirken, “Ben bu türküyü Çamşıhılı Ali Ağa’dan öğrendim, Divriği yöresinindir.” demişti. Âşık Veysel’in 1931 yılında Ahmet Kutsi Tecer’in Sivasta düzenlediği Aşıklar Bayramında Aşık Veysel’in söylediği ilk türkü Ali Ağa’nın öğrettiği Kul Abdal’ın şu deyişiydi:

“Takdirden gelene tedbir kılınmaz
Ne kılayım çare ben şimden geri
Yaram türlü türlü merhem bulunmaz
İstersen merhemi çal şimden geri

Geçti elden gitti muhabbet çağı
Rakipler bahçeye kurmuş otağı
Yıkılsın çevresi bostanı bağı
El girsin bağına var şimden geri

Bir başka okuduğu türkü Ercişli Emrah’ın “Seherde ağlayan bülbül / Sen ağlama ben ağlayım” adlı türküsüydü. Bir Başkası Aşık Veli’nin “Mecnunum Leylamı gördüm” üydü. Bir başkası da “Ben de gönlümü üç güzele düşürdüm / Biri Şemsi, biri Kamer ill’Elif” dizelerini taşıyan Karacaoğlan koşmasıydı.

“Âşık Veysel’in ustası yoktur,” diyenlere cevap verdiğimi sanıyorum.

Her âşığın bir mahlasının olması, âşıklık geleneğinin gereğiydi.   Mahlas, âşıkların şiirlerinde kullandıkları âşıklık adlarıydı. Bir başka anlamda mahlas âşıkların tapşırdıkları addı. Şiirin son dörtlüğünde aşığın adını geçirmesine tapşırmak deniliyordu.   Şiirin kime ait olduğunun bilinmesini sağlıyordu. Âşıklar ustalarından, veya önem verdikleri bir kimseden mahlas alır ya da kendileri için düzdükleri bir hikâyeden kendilerine mahlas çıkarırlardı.

Veysel Şatıroğlu, şiirlerinde genellikle Veysel, bazen de Âşık Veysel, Sefil Veysel ve Veysel Şatır gibi mahlaslar kullandı. Cumhuriyet’in onuncu yılına kadar şiirlerini kendi iç dünyasında saklayan Âşık Veysel, kendi adını mahlas olarak kullanmayı tercih etti.

Yukarıda rüya ve bade içme motifinden söz ettim.

Aşıklık geleneğinin gereği kimi âşık maddî aşktan manevî aşka geçerken, saz çalıp söylemeğe başlarken, ilâhî araçlarla kendilerine güç verildiğini öne sürerdi. Yani, bir mürşidin, bir pirin,  Hızır Peygamberin rüyasında kendisine göründüğünü, böylece âşık olup saz çalmağa başladıklarını söylerdi.

Âşıklık geleneğinde sık karşılaştığımız bir durum, rüya motifiydi. Gerçek hayatta bir usta âşığın yanında çıraklık yapmalarına, onlarla birlikte âşık fasıllarına katılmalarına, halk hikâyelerini ustalardan dinleye dinleye öğrenmelerine rağmen, âşıklar için, rüya motifi, âşıklık yolunun başlangıç noktasıydı.

Peki, Âşık Veysel badeli bir âşık mıdır?  Hem evet, hem hayır.  Düşününüz ki, Âşık Veysel’e rüyasında pirler aşk badesini verip bir resim gösteriyorlar. Aşık Veysel aşk badesini içiyor, gösterilen resimdeki kıza aşık oluyor. Köy köy dolaşarak, şiirler türküler söyleyerek, türlü engellerle boğuşarak gözleri görmeyen Aşık Veysel, resmini gördüğü kızı görebilmek için dağ, bayır aşıyor.

Bu olacak şey midir? Gerçek olan o ki, rüya motifi, Âşıklık yolunda bir manevi aşamadır. Âşık Veysel, kendisine böyle bir sanal hikâye düzecek bir kimse değildi. Ama, geleneğin manevi yönünün inkarcısı da değildi.

“Karacaoğlan, Dertli, Yunus soyum var
Mansur’a benzeyen bazı huyum var…” diyor.

Karacaoğlan, Dertli, Yunus geleneğinden geldiğini ve “Enel Hak!” diyen Mansur’un yolunda olduğunu vurgularken, Dolu, yani bade, yani aşk şarabı içmenin geleneksel yönünü vurguluyor ve manevi olarak yaşıyor. 

“Elinden bir dolu içtim
Türlü türlü derde düştüm
Cümle varlığımdan geçtim
Senin yolunda yolunda…”

Âşıklık geleneğinde var olan hususlardan biri de karşılaşma ve atışmalardı.

Âşıklar bilgilerini, duygularını ve becerilerini, halkın karşısında bir tür yarışma olan “atışma”, “karşılaşma” ve “deyişme”lerle gösterirlerdi.

Âşığın tanınmış bir âşıkla karşılaşması, onu yenmesine “bağlama” derlerdi. Gelenekteki şekli, komedyenliğe soynuma değil, bilgi ölçme niteliğindeydi. Eski kaynaklar bunu “müşaare” olarak nitelemişlerdi. 

Âşıkların ustalıklarını sergilemek için söz hüneri olarak başvurdukları bir biçim de dudakdeğmez, yani lebdeğmezdi. Kural olarak, “b,p,m, f, v” sessiz harfleri iki dudağın birbirine değmesi ile çıktığı için, kesinlikle şiir içinde bulunmaması gerekirdi.

“Dudakdeğmez” yarışmasına çıkan âşıkların dudaklarının arasına iğne konurdu.  Anılan sessiz harflerden birisinin kullanılması halinde iğne dudağına batar, izleyenler bunu anlardı.

Bu yeni deyimle “şov”du. Bahşiş almak amaçlı, izleyenleri eğlendirmek için yapılan gösterilerdi. Âşıklık geleneğinin bir parçası mıdı? Tartışılır. Eğer parçası olsaydı, bugün Karacaoğlan’ın, Pir Sultan’ın ve klasikleşmiş diğer âşıkların şiirlerinde leb değmez örneklerini görürdük. Âşık Veysel’in şiirleri arasında bu tür yama geleneklerinin yeri yoktu.   

Âşık Veysel, sanat değeri olmayan atışmalara da ilgi göstermemişti. Bu tür karşılaşmalar, o anda söylenir uçar giderdi. Yazıya alınamazdı. Dolayısıyla Âşık Veysel’in şiirleri arasında yer almadı. Ancak, Âşık Veysel’le karşılaşan kimi âşıklar, onunla karşılaşmış olmanın onuruyla söyleşmelerini kitaplarına almışlardı. Bir Kul Ahmet’i, Bir Âşık Çakır’ı bir Âşık Hazım’ı örnek gösterebiliriz. Bunların sahihlik yönünü üzerinde ayrıca durmak gerekli. 

Âşık Veysel’in hiç atışması yok anlamına gelmeli. Ancak Âşık Veysel irticalen söylenen bu tür sözleri şiiri saymamıştı. Âşıkların piri katına ulaşmış bir ustanın, âşıklık yolunun deli coşkusunu yaşayan kişilerle meydana çıkması zaten şık karşılanmazdı. Ama yine de Hamit Budak ile Âşık Veysel arasındaki atışma değil, bir söyleşmenin ikişer dörtlüğünü örnek verebilirim:

Hamit Budak:

Duydum ki Yaylanın Şir’i hasta
Hasta yatağında görmeye geldim
Kader ağın örmüş efkarlı başa
Onun hatırını sormaya geldim

Âşık Veysel:

Beni mutlu ettin kıymetli hocam
Bu ömür böyledir tez gelir geçer
Kimi zaman mutlu bazen efkarlı
Bakarsın yaz biter güz gelir geçer

Hamit Budak:

Fanilik böyledir gelenler gider
Hayat çağlayandır yerin terk eder
İnsanın yazgısı gam ile keder
Azıcık yanında durmaya geldim

Aşık Veysel:

O bazen ağlatır bazen güldürür
Sağlık sıhhat verir sonra öldürür
Gün gelir ki doğmamışa döndürür
Her şey emanettir düz gelir geçer

Âşık fasıllarındaki tekellümün bir türü de tekerlemedir. Bu tür şiirlerin söylenmesi zordur. Genellikle dar ayaklı, zor kafiyeli dizelerden oluşur. Zaman zaman topluma eleştiri ve mizah unsurları barındırır.  Örneğin Katibi;

“Aceb ahîr-zaman oldu gaziler
Büyük küçük birbirini beğenmez
Her mü’min münâfık cennet arzular
Tanrı nasib ettiğini beğenmez,” diyor.

Ruhsati de şöyle demiş:

İcayet kalmadı dağda ovada
Bereket kalmadı tasta tavada
Rağbet kalmadı atta devede
Yaş görünüyor saman bu sene

Bakınız Aşık Veysel ne demiş?

Ne acayip bir zamana uğradık
Kanaat bereket biri kalmadı
Ahir şer demişler sözleri sadık
Ataların sözü geri kalmadı

Terbiye kalmadı ebeveyinde
Lezzet yok dünyanın hiçbir şeyinde
Herkes alır satar kendi reyinde
Kimsenin kimseye zoru kalmadı

Alışta verişte kalmadı karar
Saatler saati gün günü arar
Herkes birbirinin kanını sorar
Açıkgözüz derler körü kalmadı

Gaz bulunmaz odalarda yakmaya
Bez bulunmaz eğnimize takmaya
Yüz bulunmaz doya doya bakmaya
Silindi yüzlerin nuru kalmadı.

Nohutla patates güreşir başa
Ispanak pırasa benzemez aşa
Pirinç bulgur börek verirdi neşe
Mercimek fasulye darı kalmadı.

Ne çare bu derde bulunmaz deva
Doğru söyleyene diyorlar hava
Dünyanın malını doldursa eve
Kanaat eyleyen biri kalmadı

Bir yokluk dünyayı aldı kapattı
Herkes bir’aldığın on beşe sattı
İrençberler yazı yaban tarl’etti
Dünyanın bir hali yeri kalmadı.

Âşıklık geleneğinin kent ortamında bir başka yarışma türü muamma çözmekti.  Ödül koyan bir kişi veya bir âşık tarafından hazırlanmış muamma büyük ve uzaktan okunabilecek bir yazı ile kâğıda yazılır ve tahtaya yapıştırılırdı. Muammayı kim bilirse,  paraları alır ve muammayı tertipleyen âşığa da bir pay çıkarılırdı. Eğer muamma birkaç gece kahve duvarında asılı kalır, kimse tarafından da çözülmemiş olursa sahibi olan âşık, bunun ne olduğunu söyler ve bütün paraları alırdı.

Bir örnek verelim:  1966 Yılında Konya’da Feyzi Halıcı tarafından asılan ve o yıllarda Türkiye’nin en ünlü âşıklarının bile çözemediği muamma şu şekildedir:

“Baş değil, başı var, bir başak değil
Yenilir şey değil, yumuşak değil
Çokça var her evde, vuslat çizgisi
Kuşak misali amma kuşak da değil”

Oysa tavanda asılı kutunun içinde bulunan muammanın yanıtı şöyleydi:

“Başak olmasa da başı var onun
Her evde, eşyada eli var onun
“Çivi” muammaya öyle çakılmış
Dünyada daha çok işi var onun”

Muammanın cevabı “çivi”ydi.

Âşık Veysel’in fiziki durumu, yaşadığı ortam nedeniyle muamma uygulamasının içinde olmamıştı. Ancak, karşısındakilere âşıklık geleneğinde var olan ve bir muamma niteliği taşıyabilecek sorular sormuştu. Bir kıta örnek verebilirim:

Veysel:

O nedir ki canlı gezer doğurmaz
O nedir ki gönülde var elde yok
O nedir ki dili vardır çağırmaz
O nedir ki deryada var gölde yok

Kul Ahmet:

O katırdır canlı gezer doğurmaz
O sevdadır gönülde var elde yok
O ölüdür dili vardır çağırmaz
O incidir deryada var gölde yok

Veysel:

O nedir ki yürür gider canı yok
O nedir ki iman etmez dini yok
O nedir ki canlı gezer kanı yok
O nedir ki yolcuda var yolda yok

Kul Ahmet:

O buluttur yürür gider canı yok
O şeytandır iman etmez dini yok
O filimdir canlı gezer kanı yok
O lisandır yolcuda var yolda yok

Âşıklık geleneğini oluşturan unsurlardan biri hikâye anlatmaktı. Günümüzdeki iletişim ve eğlence araçlarının bulunmadığı dönemlerde, kahvelerde, köy odası veya evlerde düzenlenen “âşık meclisleri”nde âşıkların anlattıkları “hikâye”ler dinlenirdi.  Bir kısım usta âşıklar, bir yandan usta malı halk hikâyeleri anlatırken bir yandan da kendileri için düzdükleri aşk serüvenlerini hikâyeleştirirlerdi. 

Aşık Veysel’in kendi adına düzdüğü hikâyesi yoktur. Niçin olmadığını yukarıda söyledim. Ancak pek çok darbımesel ve hikâye nakletmiştir ki, bunlara ilişkin türküler TRT repertuarında yer alıyor. Çoğu programlarda bu türküleri söylerken hikâyesini de özetlemişti. “Yıldız”, “Necip”, “İnsan kısım kısım” gibi türküleri örnek gösterebilirim. Bunların hikayelerini de bizler Âşık Veysel’den öğrendik.

Aşklık geleneği içinde nazire söylemek vardı. Bir şairin, başka bir şairin şiirine aynı uyak, ölçü ve konuda benzer bir şiir yazmasına nazire deniyor. Günümüzde “benzek” sözcüğü kullanılmakta.

Bir de “tevarüd” denilen bir durum vardı. İki şairin birbirinden habersiz aynı mısrayı veya kıtayı tesadüfen yazmasına denirdi. Bu durumu nazire veya şiir hırsızlığı ile karıştırmamak gerekiyor.

Âşık Veysel’in şiirleri arasında nazire mi, tevarüd mü anlayamadığım bir şiir vardı. Veysel’den yarım asır önce yaşamış olan Âşık Sülük Hüseyin var. Ağırlıklı olarak Kırşehir yöresinde dolaşmış. Onun bir şiiri şöyle:

Bir kökte uzanmış sarmaşık gibi
Dolanmış boynuna saçların güzel
Şafakta şavkıyan bir ışık gibi
Doğan aylar gibi döşlerin güzel.

Boyunu benzettim selvi fidana
Yürür iken kurban olam edana
Bir bakışın verir beni idama
Söyle bilem kaçtır suçların güzel.

Koynunda beslersin turunç nar mıdır
Adın Melek midir Bahtiyar mıdır
Benden başka nazlı yarin var mıdır
Yoksa bir tane mi eşlerin güzel.

Hüseyin sevdana düşeli hasta
Zilifler yanağa dökülür deste
Ok gibi çağmelli kirpikten üste
Kudretten karadır kaşların güzel.

Âşık Veysel’in şiiri bir kıta fazla. Nazire ile tavarüd arasında benzerlik gösteriyor:

Bir kökte uzamış sarmaşık gibi
Dökülmüş gerdana saçların güzel
Gözlerin ufukta bir ışık gibi
Kara bulut gibi kaşların güzel

Koynundaki turunç mudur nâr mıdır?
Adın Huri midir Gülizar mıdır?
Gözlerinden akan yağmurlar mıdır?
Onbeş onaltı mı yaşların güzel?

Âfat-ı devran mı bilmem ki nesin
Bülbül’ün avâzın andırır sesin
Seher yeli gibi gelir nefesin
Âşık’a bahardır kışların güzel,

Her güzel de eda ile salınmaz
Huri misin melek misin bilinmez
Emsâlin dünyada azdır bulunmaz
Firdevs-i  â’lâ’da eşlerin güzel

Görünce derdimi arttırdım kat kat
Can alıcı gözün sanki bir cellat
Veysel’i kapından eyleme azat
Bana yastık olsun döşlerin güzel

Bu durumu Âşık Veysel’in şiirleri arasında tek örnek olarak gösterebilirim.

Âşıklık geleneği içinde Âşıkların şiirlerinde tarih bildirmeleri vardır ki bu durum, kimi tarihi olaylarda şiirlerinin bir belge olmasını ve yaşadıkları toplumun sosyal tarihi işlevini görmelerini sağlamıştır.

Âşık, kıtlık, yangın, sel felaketleri, salgın hastalık, önemli savaşlar vb. toplumu yakından ilgilendiren sosyal hayatla ilgili olaylarla kendi doğum tarihini şiirlerinde tarihi birer belge olmasını istemiş ve genellikle ilk ya da son dörtlükte bazen de ara yerde tarih belirtmiştir.

Örneğin Âşık Veysel:

Üç yüz onda gelmiş idim cihana
Dünyada bakmadan ben kana kana
Kader böyle imiş çiçek bahana
Levh-i kalem kara yazmış yazımı”

diyerek doğum tarihini belirtiyor.

Âşıklık geleneği içinde âşıkların hüner gösterme biçimlerinden biri de cinaslı sözler söylemekti. Âşık Veysel’in “Türküz Türk’ü çağırırız”, “Yine onda Umut Yaşar” gibi orijinal buluşları vardı. Burada “Türk’ü” iki anlamda kullanıldığı gibi öbüründe umudun hep var olacağı, anlatılırken, aynı zamanda şair Ümit Yaşar’ın adı anılmaktaydı.

Sonuç olarak Âşık Veysel için şunları söyleyebilirim:

Âşık Veysel’in iki dünyası var. Biri dışa dönük fiziki olarak yaşadığı karanlık dünyasıydı. Diğeri ise içe dönük, derin, geniş, zengin ve aydınlık iç dünyası. Veysel, iki dünyayı birlikte işleyerek bağdaştırabilen büyük bir sanatçıydı.

Bir yandan kendini kahır ve sabırla yetiştirmiş, sözlü halk kültürünün gelenekçi âşıklığın bozulmamış bir örneği veya halkası gibi görülürken, öte yandan çağın sesine kulak vermiş, kör inanışlarla savaşacak kadar aydınlanmış, eski sazla yeni sözler söylemesini bilmişti

Karanlık dünyasını aşan düşüncesi, çağdaş insan sorunlarına çözüm arayacak yol gösterecek kadar gerçekçi olmuştu.

Âşık Veysel, 20 nci yüzyılın yeni ve ileri Cumhuriyet Türkiye’sinde, Cumhuriyetçi halk aşığı olmuş, çağdaş yörüngede gönüller fethetmişti.

Geçen yıl kaybettiğimiz Azerbaycan’ın ünlü şairi Prof Dr. Bahtiyar Vahapzade, Aşık Veysel için şunları yazıyordu: “Yunus Emre’den 700 yıl sonra, Türk halkının bağrından Aşık Veysel’in sesi yükseldi. 20. yüzyılda, Aşık Veysel’in dilinde, Yunus Emre konuşmaya başladı.”

Âşık Veysel’in çok renkli ve aydınlık bir iç dünyası vardı. Kulaktan eğitilmiş olmasına rağmen, âşıklık geleneğinin kaynağına kadar uzanan köklü bilgisi bulunuyordu

Eski ustalarımız “aşıklık yolu gül dikenli yoldur, ondurmaz insanı ama gönül coşkusu içinde yaşatır bir zaman” derler. Âşık Veysel’in gül dikenli yolu, onu bir zaman değil ebediyen geleceğe ulaştıracaktır. O, gerek kişiliği ile gerek eserleri ile kendisini yaşatacaktır.

Ruhu şad, anısı ve bayramı daim olsun.

Geri Kentleşme, Popülerleşme ve Siyasallaşma Sürecinde Âşık Veysel