Âşık Veysel’i Bir Anlayabilsek!

Abdurrahman ŞEN

Bütün edebî ve tarihi kişiliklerimizi anlama ihtiyacımızdan bahsederken yapmayı lüzumlu gördüğüm uyarımı bir kere de buradan hatırlatmak istiyorum!

Mutlaka bütün edebî ve tarihî kişiliklerimizi, güncel dinî ve siyasî bakış yanlışlarımızdan sıyrılarak; “bana göre”, “bize göre” anlayışlarından uzak, öncelikle ve mutlaka o kişinin kendi eserlerinden ve mutlaka dönemini düşünerek tanımak zorundayız…

O, hangi zamanda, nasıl bir ortamda, ne yazmış ne demiş, öncelikli ölçümüz olmalı hep!

Mehmed Âkif’in kürsülerde meydanlarda okunduğunda heyecan uyandıran birkaç şiirinin dışında, Safahat’ın bütününde ne yazdığına hiç bakmayanların düştüğü duruma düşmek istemiyorsak, “bize / bana göre” anlayışımızı mutlaka terk etmeliyiz!

Yani; eğer gerçekten o fikirlerden, o sözlerden, o uyarılardan faydalanmak istiyorsak, günümüzde rehber ararken hiçbir kıymetimizi kendimize / günümüze uydurmaya çalışmamalıyız…

Şunu da asla unutmamalıyız!

Hangi meselemiz olursa olsun… Yüz yıl öncesinde Mehmed Âkif’in “son üç asırdaki din anlayışımızda bozulmalar” olduğunu vurguladığı uyarısını umursamayıp, güncel din ve siyaset anlayışımızla olaylara baktığımız müddetçe ne doğruyu bulabiliriz ne de geçmişten bugüne bize yapılmış hayatî anlamdaki uyarılardan faydalanabiliriz!

Çare; kaynaklarımıza yönelmek ve yolumuzu aydınlatacak, açacak olan bilgileri gözesinden ve mutlaka karşılaştığımız her olayı yaşandığı günün şartlarını, ortamını göz önünde bulundurarak değerlendirmektir!

Halk edebiyatımızın yaşayan en önemli isimlerinden biri olan, özellikle Âşık Veysel hakkında yazdığı kitaplarla haklı bir övgüye lâyık sevgili Ahmet Özdemir ağabeyim, bundan 18 yıl evvel, “Ölümünün 32 inci Yılında Âşık Veysel Sevgisi” başlığıyla yayınladığı yazısına son derece önemli bir tespitle başlıyordu; “Zaman zaman moralim bozuluyor. Tutulmadık öğütleri dinlemek, yararlanılmayacak bilgileri taşımak, bir pay çıkarılmadık hayat öykülerini anlatmak, içine kendinizi koymadığınız düşünceyi düşünmek, yüreklerimizi kapattığımız aydınlıklarla avunmak yalnız bizlere özgü olsa gerek. Hamal gelmişiz, hamal gidiyoruz. Böyle olmasaydı, Hoca Ahmed Yesevî’den, Mevlânâ’dan, Yunus’tan, Hacı Bektaş’tan sonra bu topraklarda sevgi ve hoşgörü egemen olur, kellelerden kuleler yapılmazdı.

Arka arkaya tüm kişilere sorunuz:

‘Mevlânâ’yı seviyor musun? Yunus’u seviyor musun? Hacıbektaş’ı seviyor musun?’

Alacağınız yanıt, ‘Hem de ne kadar çok!’ olacaktır kuşkusuz. Onların sevgi ve hoşgörü üzerine şiirlerini, öykülerini dinleyebilirsiniz. Hemen herkes bu konuda bir şeyler bilir.

Yine sorunuz:

‘Sen ne kadar sevgi dolusun, ne kadar hoşgörülüsün?’

‘Tıss!’”

Böyle bir aymazlık ya da vurdumduymazlık kaynağını soracak olsak, çoğumuz anında birçok sebep uydurur, birbirinden önemliymişcesine gerekçeler sıralayabilir! Ama düşünen ve vicdan sahibi her göz görüyor ki giderek daha fazla omurgasızlaşıyoruz! Bu doğru uyarılarda bulunanları da bir gerekçeyle karalayabiliyor, yanlışlarımıza methiye dizenleri baş tacı ediyoruz.

Cami vaazlarında bir uyarı yapıldığında, bir menkıbeyle dinî örneklemeler anlatıldığında heyecanlanan, duygusallaşan hatta bu etkiyle cûşa gelip camiyi titreten insanlar dışarı çıkıp, toplum içine karıştığı anda az önce etkilenmiş göründüğü söz – davranış – uyarı – menkıbe vb her neyse, aklına bile getirmiyor…

Çünkü; toplum içine çıkıldığı andan itibaren dünyevî çıkarlarımız esas ölçümüz oluyor…

Toplumun geleceği hakkında böylesi sıkıntılı bir duruma düşme sebeplerimizin başında, örnek alabileceğimiz, almamız gereken bütün kişiliklere bakarken ölçülerimizin sadece güncel anlayış ve çıkarlarımız çerçevesinde olması en önemli yanlışımız olarak onarılmayı bekliyor! Yani omurgasızlıktan uzaklaşmamız gerekiyor acilen!

Sadece cami vaazlarımız değil… Birçok ulemamız, gönül açıcımız, edebî kişiliğimiz de yazdıklarıyla, sohbetleriyle, bizlere kadar uzanan eserleriyle insanlara doğru yolu göstermeye çalışmış geride kalan asırlar içinde! Dillerinin döndüğünce uyarılarda bulunup insanlara temelde dinimizin en temel uyarılarını mısralarla, cümlelerle hatırlatmaya çalışmış… Ama günümüz insanı bu temel taşı, mücevher kıymetli uyarıları değil de her alanda sadece “google amca”yı rehber ediniyor kendisine… Dinini anlayıp anlatmada da millî duygularını geliştirme yolunda da en güvenilir kaynak sandığı “Google amca”sına laf ettirmiyor!

Bu genel girişten sonra, güncel sıkıntılarımızı gidermek adına mutlaka okumamız, anlamamız ve yaşantımızda kimi olaylarla karşılaştığımızda aklımıza mutlaka gelmesi gereken… Yazdıklarıyla, sohbetleriyle, bizlere kadar uzanan eserleriyle insanlara doğru yolu göstermeye çalışmışlardan ve yakın zaman değerlerimizden birinin de Âşık Veysel Şatıroğlu olduğunu unutmamalıyız! 

“Dost dost diye nicesine sarıldım” mısralarıyla başlayan şiirini okur türküsünü ve onlarca benzer eserini dinlerken sarsıldığımız, etkilenmiş göründüğümüz ama o ortamdan ayrıldığımız andan itibaren aklımıza bile getirmediğimiz Âşık Veysel!

Türkiye’mizin “birlik çimentolarından” biri olan, halk ve Hakk aşığı Âşık Veysel Şatıroğlu’nun vefatının üzerinden tam 50 yıl geçmiş olduğundan hareketle devletimiz 2023 yılını “Âşık Veysel Yılı” ilan etti… Etti ki bu yıl içerisinde O’nu anlamaya O’nu daha yakından tanımaya vesile olsun… Bol bol Âşık Veysel konuşulsun, eserleri, o birleştirici fikirleri, vatan sevgisi vb hasletleri konuşulsun… Yıl içerisinde bugüne kadar yapılanları, yılın geride kalan günlerinde neler yapılacağını ve kafamızdaki tüm takıntılarımızı bir kenara koyup, Âşık Veysel’i anlamak yolunda birlikte yürüyelim biraz…

Mesela; Türkiye’yi bölmek isteyenlerin en çok istismar ettiği sorunların önde gelenlerinden biri olan Alevî-Sünnî bölünmüşlüğüne bakacak olursak, bu sıkıntımızın nasıl aşılacağına dair Âşık Veysel’i anlamaya, tanımaya olan ihtiyacımız hâlâ tazeliğini ve aciliyetini korumaktadır!

Âşık Veysel birçok konuda olduğu gibi alevî – sünnî istismarında da nasıl davranmamız gerektiğinin yollarını en doğru biçimde gösterenlerden çok çok önemli bir isim… Vefatı üzerinden geçen 50 yılda yaşadıklarımızı şöyle bir düşününce görüyoruz ki; gerçekten Âşık Veysel’in fikirlerine, şiirlerine kulak verseydik… Hâlâ “hassas konu”larımızdan biri olarak durur muydu bu konu?

Şiirlerinde asla alevî – sünnî “varvara”sına taraf olarak girmeyen, bu konu ne zaman gündeme gelse bazıları tarafından ısrarla istismar edilen kimi kavramları mısralarına asla almayan Âşık Veysel, dönem dönem sadece siyasetle sınırlı kalmayıp, kültür dünyasında egemen olan “izm”lerin de tuzağına düşmemiştir…

Âşık Veysel’in hem sağlığında hem de vefatından sonra yaptığı çalışmalarla ozanımızın tanınmasına hizmet edenlerden bir başka sevgili ağabeyim Tahir Kutsi Makal da bu konuda yıllar önce şu tesbitte bulunmuştu;

“Âşık Veysel, Cumhuriyet’ten sonra başlayan Türk’ün kendine dönüşü hareketine halkın iç zenginliğini katmıştır. Veysel’in kişiliğinde Karacaoğlan, Yunus Emre, Pir Sultan daha çok sevilmiştir. Cılız sesleriyle ancak çevrelerine hitap eden halk şairlerine Âşık Veysel ortaya çıkma cesareti vermiştir. Doğrudur, Âşık Veysel, yere düşen altın heykeli kaldırıp kurtarmış, sevdirip beğendirmiştir. Ve Âşık Veysel güçlü kişiliğini korumasını bilmiştir. Kimsenin kafasıyla düşünmemiş, kendi duygu ve düşüncelerini söylemiştir. Yani Veysel, sanat adamı olmak, halk adamı olmak, halkın tercümanı olmak dışında politikaya ve ideolojiye teslim olmamıştır. Politikacılar ve ‘izm’ciler teslim alamamışlardır Veysel’i.

Günlük sokak politikasına ve ideolojiye teslim bayrağını çeken bazı halk şairlerini sordum Veysel’e, cevap verdi.

– Ben onların önündeyim ve üstündeyim dedi. Ben ağacım onlar meyve. Ağaca meyvesi acı yahut tatlı gelmez. Onlar hakkında hükmü halk verecek, edebiyatçılar verecek…”

Bu gün geriye doğru baktığımızda; ne yazık ki Âşık Veysel’i anlama noktasında yeterli duyarlılığı gösterdiğimiz, söylemlerimizde samimî olduğumuz ne yazık ki söylenemez. Benliklerindeki “ilkesizlik” kurtçuğuna teslim olanların O’nu anlamaları da mümkün değildir! Ama öylelerini bulundukları noktada bırakıp, âşığın sazının neşesinde, sözünün peşinde olanların kazançlı çıkacağı kesin!

Anadolu irfanının ne olduğunu soranlara, o duru ve saf düşüncenin mısralara dökülmüş hâli olarak tazeliğini koruyan bir cevap niteliğindeki “Senlik benlik nedir bırak” şiirini tam da bu noktada hatırlamak, hele hele üzerinde birazcık olsun düşünmek bile birlik-beraberlik yolunda atılmış büyük bir adım olacaktır;

Allah birdir Peygamber Hak
Rabbül âlemindir mutlak
Senlik benlik nedir bırak
Söyleyim geldi sırası

Kürt’ü Türk’ü ve Çerkes’i
Hep Âdem’in oğlu kızı
Beraberce şehit gazi
Yanlış var mı ve neresi

Kur’ana bak İncil’e bak
Dört kitabın dördü de Hak
Hakir görüp ırk ayırmak
Hakikatte yüz karası

Binbir ismin birinden tut
Senlik benlik nedir sil at
Tuttuğun yola doğru git
Yoldan çıkıp olma âsi

Yezit nedir, ne Kızılbaş
Değil miyiz hep bir kardaş
Bizi yakar bizim ateş
Söndürmektir tek çâresi

Kişi ne çeker dilinden
Hem belinden hem elinden
Hayır ve şer emelinden
Hakikat bunun burası

Şu âlemi yaratan bir
Odur külli şeye kâdir
Alevî Sünnilik nedir
Menfaattir varvarası

Cümle canlı hep topraktan
Var olmuştur, emir haktan
Rahmet dile sen Allah’tan
Tükenmez rahmet deryası

Veysel sapma sağa sola
Sen Allah’tan birlik dile
İkilikten gelir belâ
Dava insanlık dâvası…”

Daha böylesi birçok mısralarla, şiirlerle, ülkede birlik ve beraberlik yolunu sağlamanın anahtarını mısralarıyla milletine vermiş olan Âşık Veysel’i bugünden tezi yok daha çok okumaya, daha çok anlamaya niyetlenmemiz gerek…

Âşık Veysel, şiirini bitirirken;

“Veysel sapma sağa sola
Sen Allah’tan birlik dile
İkilikten gelir belâ
Dava insanlık dâvası…”

diyor ya…

Evet… Aslında işin püf noktası tam da burası: İnsanlık dâvası…

“İnsan” olmanın hiçbir gereğini yerine getirmeden, başka başka şeyler olmaya niyetlenenler yüzünden “insanlık”, sorumlusunu bulmakta bile zorlandığı bir dram yaşıyor!

Aslında “insan” olamadıktan sonra da konuşulacak ne kalıyor ki?

Mehmed Âkif gibi Âşık Veysel de milletimizin başındaki en büyük belanın şekilcilik ve cehalet olduğunun farkına varıp bu konuda hem uyarılarda bulunan hem de yapılması gereken yolu gösteren önemli iki kıymetimizdir…

Şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki; edebiyatımızda, milletimizin dünya devletleri arasındaki geri kalmışlığını görüp, sebebinin bilgisizliğimiz, cehaletimiz, şekilciliğe teslim oluşumuz, fitneye ve gıybete düşmüşlüğümüz olduğu gerçeğini açıkça ifade eden bir isim Mehmed Âkif Ersoy ise bir diğeri de Âşık Veysel’dir…

Bu her iki kıymetimiz de kişi ya da topluluklarla uğraşmak yerine daima bütün şiirlerinde, sözlerinde toplumdaki genel hataları görüp uyarılarını ona göre yapmışlardır…

İşte Âşık Veysel bu bakış açısı doğrultusunda, toplumda gördüğü cehaleti ve yol açtığı zararları gidermenin yolu olarak okumayı ve okulu tavsiye ediyor;

“Dünyanın en zengin aklını gördüm
Sermayesin sordum dedi ki okul
İnsanlara hizmet yaptığın yardım
Merhametim duygum dedi ki okul”

mısralarıyla başlayan şiirinde…

Okul okumayan, ilim öğrenmeyenin cahil kalacağı ve cicili bicili gördüğü her söze aldanacağı üstüne sayısız kıssası olan bir ülkenin evlatları olarak, aynı yolda yürürken Âşık Veysel’in cahil ve cahiller konusundaki uyarısını da bir kere de buradan hatırlatmakta fayda görüyorum;

“Aldanma cahilin kuru lafına
Kültürsüz insanın külü yalandır…
Hükmetse dünyanın her tarafına
Arzusu hedefi yolu yalandır..

Kar suyundan süzen çeşme göl olmaz
Gül dikende biter diken gül olmaz
Vız vız eden her sineğin bal’olmaz
Peteksiz arının balı yalandır..

İnsan bir deryadır ilimle mahir
İlimsiz insanın şöhreti zahir
Cahilden iyilik beklenmez ahir
İşlediği amel hali yalandır..

Cahil okur amma âlim olamaz
Kâmillik ilmini herkes bilemez
Veysel bu sözlerin halka yaramaz
Sonra sana derler deli yalandır.”

Âşık Veysel’in, çalıp söylediği şiirlerindeki sözlerinden tanımak ve anlamak dışında daha yakından tanımamıza yardımcı olacak birçok hâtırası da vardır…

Âşık Veysel’in şiirlerini ve türkülerini, batı sazlarıyla ilk söyleyenlerden Fikret Kızılok da bir gün Âşık Veysel’e; “- Şu sazımı akort et de ver Veysel baba… Ben sizden ilham almak istiyorum.” demiş…

Veysel’in cevabı, gerçek anlamda gelenekten beslenmeyi düşünen, yerli ve millî kültüre gerçekten doğru biçimde hizmet etmeyi arzulayan herkese ders niteliğindedir: “- Ben sazımı halka göre akort ediyor ve ilhamımı Hakk’tan alıyorum. Siz de böyle hareket ederseniz, sazınız akortlu demektir!”

Sazını, kalemini, dilini halka göre akort etmeyen / ayarlamayan ve ilhamını Hakk’tan değil de bazı yaratılmışlardan alanların sayısının her geçen gün arttığı bir ortamda bu uyarıyı da dikkatle hayat rotamıza rehber ettiğimiz takdirde, sıkıntılarımızın giderek azaldığını göreceğimiz kesindir!

Aramızdan bedenen ayrılışının her yıldönümünde, birlik beraberliğimizin önüne her engel çıkışında Âşık Veysel’i anlamaya, tanımaya her zamankinden fazla muhtaç olduğumuz gerçeğini de daha iyi anlamalıyız! Elbette Âşık Veysel bu anlamamızı kolaylaştıracak yolları gösterenlerden sadece biri… Yeter ki niyetimizde samimi olalım! Bu noktada şaşırtıcı olan; bu gerçeğin farkında olanlarımızın görünürde az olmamasına rağmen, uyarılara kulak verenimizin çok az olmasındaki çelişkidir ki… Az önce ifade etmek istediğim omurgasızlaşma oranımızın artmasıyla doğrudan bağlantılıdır bu durum maalesef!

Son ânında yaşanan bir olayı hatırladığımızda, yaşananlara kulak verdiğimizde ise Âşık Veysel’in kişiliğini, hayata bakışını, teslimiyetini anlamamız da kolaylaşıyor…

Artık “gelmez yola” doğru yola çıkılmakta olduğunu fark eden oğlu Ahmet Şatıroğlu, geride ibret almak isteyen herkesi düşünerek olmalı ki teybi açıp sormuş: “- Baba… Vakit doluyor gibi… Sesin bizlere hâtıra kalacak! Bize bir şeyler söyle…”

O son ânın yorgunluğuyla, dura dura ve kısık bir sesle söyledikleri tam da Âşık Veysel’e yakışacak güzelliktedir: “- Ne diyeyim oğul? Ne diyeyim? Birbirinizle, konu komşuyla iyi geçinin… Dirliğiniz, düzeniniz bozulmasın… Herkesin günahı kendine… Keçiyi keçi bacağından asarlar, koyunu koyun bacağından…”

Kısa bir süre susan Âşık Veysel adeta dünya ile ilişkisini kesip, çıkacağı yolculuğun son hazırlıklarını yapmaktayken de;“-Külli şeye kâdirsin ya Rabbim… Sen bağışlayıcısın ya Rabbim… Sen affedicisin ya Rabbim…” diye mırıldanır…

Tarihler 21 Mart 1973’ü göstermektedir…

Âşık Veysel Şatıroğlu, kültürümüzde; Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın dünyada, Arafat mevkiinde ilk buluştuğu… Hz. Nuh’un tufan sonrası gemisinden karaya ilk ayak bastığı… Hz. İbrahim’in putları kırdığı ve yakılmak istendiği ateşten kurtulduğu… Hz. Yusuf’un atıldığı kuyudan kurtulduğu… Hz. Musa’nın Kızıldeniz’den geçtiği… Hz. Yunus’un balığın karnından dünyaya bırakıldığı… Hz. Muhammed’(sav)e peygamberliğin geldiği… Hz. Ali’nin doğduğu ve Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın evlendikleri… Hz. Ali’nin hilâfete çıktığı gün olarak kabul gören bir Nevruz gününde ruhunu sahibine teslim eder!

O günde yaşanmış kabul edilen diğer olaylar arasında; Türklerin Ergenekon’dan çıktıkları gün olması… İlkbaharın başlangıcı kabul edilmesi… Ağaçlara suyun yürüdüğü günün olduğunu da hatırlattıktan sonra… İnsanların görebildiği kadarıyla Âşık Veysel,  “Kara Toprak” ile haşrolmaya; “-Külli şeye kaadirsin ya Rabbiiiim… Sen bağışlayıcısın ya Rabbiiiim… Sen affedicisin ya Rabbiiiim…” dualarıyla yakardığı Yaradan’ına emanetini teslim etti…

Âşık Veysel’in kendi eserleri yanında, O’nu bizlere anlatmaya çalışan, doğru anlamamız için kalem oynatan çok değerli yazarlarımız, araştırmacılarımız da var. Ama ardından yazılıp söylenenler arasında sanırım en özet sözlerden biri edebiyatımızın büyük ustalarından Tarık Buğra’ya ait; “Sana, senden başka hiçbir insanın yazamayacağı, söyleyemeyeceği o gönül, o ses ve sözlerin şerefi yeter!”

Ve o şeref her fâniye de nasip olmuyor!

Açık olan gönül gözüyle görüp, mısra mısra milletimizi uyaran Âşık Veysel Şatıroğlu’nun bu vesileyle ruhu şâd, makamı âli olsun…

Geri Günümüzde Âşık Veysel’i Anlamaya Olan İhtiyacımız