Âşık Veysel’in Yolunda Yesevi ve Yunus Kaynakları

Ahmet ÖZDEMİR

Gözleri görmüyordu. Okuma yazması yoktu. Çevresinde de her an kendisine kitaplar okuyacak kimsesi bulunmadı. Bir dergâhta, hamlığını pişirecek, olgunlaştıracak imkân ve ortam bulamadı. Ahmet Yesevi öncesi ve sonrasının insanlık sanatı sırlarına nasıl sahip oldu? Sırların sırrıyla sırr-ı nihanla nasıl donandı? Bilinen gerçek şuydu: Âşık Veysel, arifti, irfan sahibiydi. Gözlerinden eksilen ışık, sezgi ve düşünce yeteneğine katılmıştı. Anlayışlı, varışlı, halk bilgesiydi. Bir konuyu çok düşünmeye ihtiyaç duymadan ve zorlanmadan kolayca anlayan; zevk ve vicdan sahibiydi. Yapmacık ve gösterişten uzak kalp gözüyle sezdiğini anlayan, bildiğini sanatıyla anlatandı.

Âşık Veysel felsefe âlimi değildi ama halk feylesofuydu. Agahtı, öngörülüydü. Varoluş, varlık, ahlak, iyilik, bilgi, gerçek ve güzellik konularına sezgileriyle ulaşmıştı. Zaman ve mekânın, düşünme ve düşüncenin doğasını bilen, estetiği, güzelliği algılayandı. Belki yıllar süren sorgulamaların sonunda Yaratan’a ve evren içinde kendi varlığının yerine ulaşmıştı.

Yesevî’nin aydınlığında mayalanan yoğurulan, pişirilen kuşaktan kuşağa aktarılan, eşref-i mahlukat olabilme sanatı, uzun ince yollardan geçerek Aşık Veysel’i kucakladı. 

Aşık Veysel’i, Ahmet Yesevî ve süreklerinin XII. yüzyılda Anadolu topraklarına gönderdikleri ve onlara bağlananlar, zaman ve mekân içinde Mevlâna, Hacı Bektaşi Veli, Yunus Emre gibi bir kutup saymak mümkündü.

Onlar, Tanrı aşığı ve insanlık dostuydular. Her şeyden önce dillerine bağlıydılar:

Hoca Ahmet Yesevî, 71. Hikmet’te Türkçe ile ilgili şunları söylemişti:

“Hoş görmemekte alimler sizin dediğiniz Türkçe’yi / Ariflerden işitsen açar gönül ülkesini / Ayet hadis anlamı Türkçe olsa uygundur, / Anlamına yetenler yere koyar börkünü…/ Miskin, zayıf Hoca Ahmed yedi ceddine rahmet, / Farsça dilini bilerek güzel söylemekte Türkçe’yi…”

Yunus Emre, Mevlâna’nın bile Farsça yazdığı dönemde: “Söz ola kese savaşı söz ola kesdire başı / Söz ola ağulu aşı balıla yağ ede bir söz,” diyerek, Anadolu’da Türkçenin en temiz, sade ve güzel örneklerini sunmuş, halkın gönlüne seslenmişti.

“Türk’üm Türklere bağlıyım / Türk evlâdı Türk oğluyum / Vatan aşkıyla doluyum / Sevgim yaptı ben değilim,” diyen Aşık Veysel, Türklüğü en büyük miras sayarak şöyle diyordu:

“…Türküz Türkler yoldaşımız
Hesaba gelmez yaşımız
Nerde olsa savaşırız
Türküz türkü çağırırız…”

Mevlâna Celâlettin Rumi dilince, “cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi, şefkat ve merhamette güneş gibi, başkalarının kusurunu örtmede gece gibi, hiddet ve asabiyette ölü gibi, tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi, hoşgörülükte deniz gibi, ya olduğun gibi görmek, ya göründüğün gibi olmak insanlık sanatı öğretiminin ilk derslerindendi.

Yesevi öğretisinin çatısı, sevgi ve hoşgörü üzerine kurulmuştu. Kur’ân-ı Kerîm, Bakara (2) 256, ayette “Dinde zorlama, baskı yoktur” hükmünü taşımaktaydı. Maide Suresi 5/48’de hoşgörü ve müsamahanın sınırları yer alıyordu: “…Eğer Allah dileseydi sizi(n hepinizi) tek bir ümmet yapardı; ancak (bu şekilde ayrılıp farklılaşmaya müsaade etmesi), verdikleriyle sizleri denemesi içindir. Artık hayırlı işlerde yarış ediniz…”

Ahmet Yesevî, temel düşüncesinin özünde bu hükmün varlığını söyleyebiliriz.  O, insanî ilişkilerde kutuplaşmayı kabul etmezdi. Kendisi gibi düşünmeyenleri dışlamazdı. Güler yüz, tatlı dil, hoşgörülü olarak insanlara yaklaşmıştı.

“Sünnet imiş kafir olsa incitme sen,
Hüda bizardır, katı yürekli gönül incitenden,
Allah şahit, öyle kula hazırdır siccin,
Bilginlerden duyup bu sözü söyledim işte.”

Yirminci Yüzyılda Âşık Veysel şöyle demişti:

“Yezit nedir, ne Kızılbaş / Değil miyiz hep bir kardaş / Bizi yakar bizim ataş / Söndürmektir tek çaresi…”

Bir şiirinde Âşık Veysel; “Bitmez bu dünyanın kuru davası / Çekil Veysel bir kûşe-yi vahdete,” demekteydi. Kuşe-yi vahdet: Birlik köşesi. Manisalı Divan şairi Birrî Mehmed Dede (1669-1715) “budur” redifli gazelinin makta beytinde,  “Hânkâh-ı Mevlevî’de münzevî ol Birriyâ / Âlem-i kesretde el-hak kûşe-i vahdet budur” diyordu. Birrî, gazelinin bu son beytinde kendisine seslenerek bu kesret dünyasında gerçek bir birlik köşesi istiyorsa Mevlevîhâne’de inzivaya çekilmesini tavsiye ediyordu. Üç yüz yıl sonra Âşık Veysel de kendine seslenerek, dünyanın bitmeyen kuru davasına karşı birlik köşesine çekilmesini istiyordu.

Âşık Veysel’deki derin tasavvuf felsefesini gösteren onlarca şiirinden alıntılar yapabiliriz. İşte biri:

“Bunların hepsi mevcut Veysel’de / Yoktur diyeceğim emmare elde / Çamuruma karışmıştır temelde  / Sabır bunun cümlesine bağ idi”

Âşık Veysel “emmare”den söz ediyordu. Emmare kelime anlamıyla, emreden zorlayan, demekti. Ama tasavvufta nefsi kötülüklerden uzak tutan aşamalardan ilkiydi. Bu temizlik yedi aşamada gerçekleşirdi. İlk kademede nefsin temizliğine henüz başlandığı için nefiste bütün 19 afet bulunurdu. Onun için bu kademede nefs henüz arınmadığı için kötülüğü emrederdi. Bu nefsi emmare’ydi. Sabırla ulaşılan son aşama “Nefsi natıka“ydı. Nefsi emmare imanın sorgulandığı ilk aşamaydı. Bu makamda küfür afeti yoktu ama nefsin diğer kötü yönleri bulunmaktaydı.

Âşık Veysel’in içerisinde vücut bulduğu maddi dünya ile ilgili düşünceleri sıkça dile getirildi. Onun birlik beraberlik, çalışma güzelliği, eğitimin önemi, Atatürk, cumhuriyet, yurt, vatan, doğa, toprak sevgisi gibi onlarca konuda görüşleri, düşünceleri, topluma öğütleri dillendirildi. Âşık Veysel daha çok bu nitelikleriyle tanındı, sevildi. Ama onun sırr-ı nihanı, manevi dünyasındaki aşaması öğrenince değeri daha ileri boyutlara taşınacaktı. 

Veysel, ayrımcılığa karşıydı:

“Allah birdir Peygamber Hak
Rabül âlemindir mutlak
Senlik benlik nedir bırak
Söyleyim geldi sırası.

Kürt’ü, Türk’ü ve Çerkez’i
Hep Âdem’in oğlu-kızı
Beraberce şehit gazi
Yanlış var mı ve neresi”

Hoca Ahmet Yesevi öğretisinde aşk, Allah’ın insanlara lütfuydu. Aşkla yananların içi aydınlanır, nefisleri pisliklerden arınırdı. İnsan ancak gerçek aşkla benliğinden sıyrılıp Hakk’a kavuşabilirdi.

Gerçek âşık, türlü zorluklara katlanma kararlılığında olur, dertleri zevk edinir, ikiliği yok eder, Hakk için göz yaşı dökerdi. Hikmet’in bir bölümündü şöyle deniyordu:

“Aşkı değse, yakıcısı can ve bedeni,
Aşkı değse, viran eyler ben-benliği,
Aşk olmasa bulup olmaz Mevlâ’m seni;
Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.

Fuzuli “Aşk derdiyle hoşem” demişti. Eşrefoğlu Rumi, “Cihanı hiçe satmaktır adı aşk / Döküp varlığı gitmektir adı aşk // Elinde sükkeri ayruğa sunup / Ağuyu kendi yutmaktır adı aşk…” diye aşkı tanımlamıştı.

Aşk varlığın mayasıydı. Asıl kaynağı vahdet-i vücut inanç ve düşüncesiydi. 

Âşık Veysel, şüpheden gerçeğe; varlık birliği ya da Vahdet-i Vücut düşüncesine ulaşarak yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve “bir” olduğunun altını çizmişti.

Varlık, güzellik, iyilik; bunlar Tanrı’nın özellikleriydi. Yokluk, çirkinlik ve kötülük ise Tanrı’nın özelliğinin bilinmesine yardımcı olan niteliklerdi. Çünkü yokluk olmazsa varlık, çirkinlik olmazsa güzellik kötülük olmazsa iyilik bilinmezdi. İnsanda bu niteliklerin hepsi vardı. İnsan, kendisindeki yokluğu, çirkinliği, kötülüğü yenmeli kaldırmalıydı. O zaman yalnız varlık, güzellik, iyilik kalacaktı. Bu Tanrı’nın özelliğine varmak, Tanrı’nın varlığına katılmaktı.

13. Yüzyıl Türk mutasavvıfları içinde aşkı en anlamlı yaşayan ve tanımlayanların biri Yunus Emre oldu:   

“İşitin ey yarenler, kıymetli nesnedir aşk,
Değmelere verilmez, hürmetli nesnedir aşk.
Hem cefadır hem safa, Hamza’yı attı Kaf’a,
Aşk iledir Mustafa, devletli nesnedir aşk.
Dağa düşer kül eyler, gönüllere yol eyler,
Sultanları kul eyler, cüretli nesnedir aşk…

Veysel’in aşka ilişkin söylemlerinin tümü, içten, yanık, arı ve kar beyaz temizliğindeydi. Ahmet Yesevi’den 850 yıl sonra Aşık Veysel, aşk halini şöyle anlatıyordu: 

“Güzelliğin on par’etmez
Bu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulaman
Gönlümdeki köşk olmasa

Tabirin sığmaz kaleme
Derdin dermandır yareme
İsmin yayılmaz aleme
Âşıklarda meşk olmasa…

Şiir, Aşık Veysel’in Allah’a seslenişiydi.  O’na olan bağlılığının O’nun güzelliğinden değil, O’na karşı beslediği derin aşk isteğinden kaynaklandığını; bu aşk duygusunun olmaması hâlinde, O’nun bu gönül köşkünde eğlenecek bir yer bulamayacağını anlatmıştı. 

Âşık Veysel diyor ki: “Mevcudatta olan kudreti kuvvet / Sende hasıl oldu sen verdin hayat” Bu gözleri görmeyen, okuma yazması olmayan, mektep medrese görmemiş Âşık Veysel “Mevcudat”tan ne anlıyordu?

Mevcudat: Var olan şeylerin tümüydü. Tasavvufa göre varlığın yaratılış-oluş sebebi aşktı. Hepsini yaratan Allahu Teâlâ’ydı. Aşk, Tanrı’nın kendisiydi. İnsanlığın aldığı her nefes, tüm canlıların ve cansızların her an muhtaç olduğu kudretti. Tanrı tüm masivâyı kendi zâtına duyduğu aşk sebebiyle var etmişti.

Bir başka şiirinde söyle demişti:

Bilirim aslını nursun gevhersin / Bütün mevcudatta her şeyde varsın”

Âşık Veysel, özellikle sûfi  Alevi zümreler arasında yaygın olan, “Hak âşıklığı” oluşumunu izlemişti. Bu çevrelerce, halk şiirinde, nesnel maddi dünyaya duyulan aşktan, Hakk aşkına doğru giden olgunlaşma süreci geçirdiği söylenebilirdi. 

“Altmış iki yıldır seni ararım
Tükendi sabırım yoktur kararım
Dağa taşa kurda kuşa sorarım
Kimse bilmez hikmetini işini”

Allah’ı yüreğinde öylesine bütünleştirmişti ki, Onu ondan söküp atmak imkânsızdı.

“Saklarım gözümde güzelliğini
Her nereye baksam sen varsın orada
Kalbimde saklarım muhabbetini
Koymam yabancıyı sen varsın orada”

Tasavvuf, Tanrı ve Tanrı’nın yarattığı şeyler biçimindeki ikiliği reddetmekteydi. Ona göre, Tanrı evreni yoktan var etmemişti. Mutlak varlık olan Tanrı “yokluk” ile karşılaşınca, bir aynaya akseder gibi, yokluk içinde bir gölge, bir hayal gibi belirmiş, yani “tecelli” etmişti. Bu yüzden evren, “yapılması gereken” bir alem değil, Tanrı’nın varlığından dolayı var görünen bir alemdi:

“Göz gezdirdim dört köşeyi aradım
Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar
İstersen dünyayı gez adım adım
Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar

Coşar deli gönül misâl-i derya
Mecnun’a sahrada göründü Leyla
Gördüğün güzellik hepisi Mevlâ
Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar

O cihana sığmaz ondadır cihan
O mekâna sığmaz ondadır mekân
O devrana sığmaz ondadır devrân
Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar

Hayyam’a görünmüş kadehte meyde
Neyzen’e görünmüş kamışta neyde
Veysel’e görünür mevcud her şeyde
Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar

Kuşkusuz ki, tek ve tartışılmaz güzellik, iyilik, eksiksizlik, ölümsüzlük Allah’ın vasıflarındandı.  Yarattığı her şeye ayna görevi vererek, bu güzellikleri biz insanoğluna gösterdiği söyleniyordu. Onu görebilmek, cezbesine kapılmak emek ve nasip isterdi. Şöyle ki, insanda iyilik, güzellik, varlık unsurlarının yanında bunların değerinin anlaşılması için kötülük, çirkinlik ve yokluk unsurları da bulunur ki, içindeki kötülük, çirkinlik ve yokluk öğelerinden kurtulmaya çalışsın, nefsini yensin ulaşabilmek için Allah aşkıyla yansın.

Hoca Ahmet Yesevi, 35. Hikmetinde şöyle diyordu:

“Aşkın eyledi şeyda beni cümle, alem bildi beni,
Kaygım sensin gece gündüz, bana sen gereksin.

Gözüm açtım seni gördüm, bütün gönülü sana verdim,
Akrabalarımı terk eyledim, bana sen gereksin...”

Ahmet Yesevi düşüncesi ve anlatımı Yunus Emre’de aynen yaşamaktaydı. Gerçek olan Allah’ın varlığı ve birliğiydi. Onun tek arzusu Allaha kavuşmaktı.

“Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım dün ü günü
Bana seni gerek seni...”

Gözleri görmeyen Veysel için asıl olan bakar kör olmak yerine gönül gözü ile görebilmekti. Görüleni tasdik etmek iman değildi.. İçeride kaybedileni dışarıda aramak ahmaklıktı.

Nitekim birçok sorgulardan sonra Âşık Veysel ulaştığı gerçeği şöyle anlatmıştı:

“Kırk yaşımdan sonra kalbime ilham / Erişti Mevlâ’dan bir ihsan oldu / Hakk’ı bilenlere hazırdır her an / İnkâr edenlere sır nihan (gizli) oldu”

Âşık Veysel bir sonraki dörtlükte tasavvufun kapılarını açıyordu: “Varlık noktasını açık gösterdi / İrâde-i cüz’un eline verdi / Hakk’ı bilen her eşyayı Hak gördü / Vücudun şehrine o sultan oldu.”

Âşık Veysel, “İrâde-i cüz”den söz etmişti. İslam fıkhında insanlara verilmiş olan, kaza ve kader sınırları çerçevesinde hareket imkânı tanıyan özgür iradeye, cüz’i irade veya irâde-i cüz denilirdi.  Buna karşılık “Külli irâde” yani Allah CC’nin iradesi herhangi bir sınırla bağlı değildi. Cüz’i iradenin üstünde yer alıyordu. “Her eşyayı Hak görmek” sözünden vahdet ve kesret kavramlarına ulaşılabilirdi.

Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi Âşık Veysel, maddi ve manevi dünyasına ilişkin felsefesini oluşturmadan önce kendince pek çok şeyi sorgulamıştı. Bu bağlamda bir deyişinde diyor ki:

“Herkese gizlidir bu sırr-ı hikmet
Her nesnede vardır bir türlü ibret
Veysel’i söyletir bir büyük kuvvet
Söyleyen ne söyleten ne Tanrı ne?”

Sır olan yani gizli olan hikmet nedir? Âşık Veysel’in felsefesinden hareket ederek şu sonuca ulaşabiliriz: Tasavvufta Allah ‘Kenz-i Mahfi’ yani gizli hazine, gizli cevherdi. Tasavvufi düşüncede Varlık tekdi. O da Hakk’ın varlığından ibaretti. O’ndan başka hakiki vücut sahibi bir varlık, O’ndan başka “kaim bi nefsihi” bir vücut mevcut değildi. Eşyalar ve diğer varlıklar, O’nun görüntüleriydi. Dolayısıyla, eşyanın varlığı, gölgenin varlığı gibiydi.

Âşık Veysel, “vücudun şehri” ile ne demek istiyordu? Tarihî kültürümüzde, edebiyatımızda, hatta mutasavvıfların anlatımlarında, insan vücudu şehre benzetilirdi. Yunus Emre bir şiirinde: “İşbu vücut şehrine bir dem giresim gelir. İçindeki sultanın yüzün göresim gelir!” der. Yunus’un kastettiği vücut şehrinin içindeki sultan, onu idare eden kalptir.

Bir dörtlük daha aktaralım:

“Sağda solda arşta kürste her yerde / Hazırdır münkirin gözünde perde / Diyen bilmez bilen demez bir ferde / Akıl ermez sırrı bir Sübhan oldu

Yunus’un kastettiği vücut şehrinin içindeki sultan, onu idare eden kalpti.

Bir kul, Rabb’inin Vâfi ismiyle vefayı, Şekûr ismiyle şükrü, Hay ismiyle manevi dirilişi, Kûddus ismiyle maddi ve manevi arınmayı, Vehhab ismiyle sonsuz ikram ediciliğini, Afûvv ismiyle affediciliğini, Vedûd ismiyle İlahi sevginin güzelliğini idrak eder ve diler. Bu yönüyle Sübhan, İlahi isim ve sıfatları içinde barındıran bir kalpti.

Hoca Ahmet Yesevî’de Sübhan, ilahi isimlerin toplamıydı: 

“Sübhan Rabb’im bir katre mey eylese armağan
Sır zikrini diye diye eylesem tamam….”

*

Sübhan Melik’im kudret ile zikir öğretti
Ümmet olsam ben de zikrini diyesim gelir”

*

“Şeyhim diye baş kaldıran Hakk’a rakip;
Benlik eyleyip Sübhan’ına olmaz sevgili

*

“Günah ile yaşım yetti yirmi beşe
Sübhan Rabbim, zikr öğretip göğsümü deş;”

Bunlar gibi birçok örnek gösterebiliriz.

Ahmet Yesevî’den itibaren on üçüncü yüzyılın gönül erleri, bütün insanlığı huzura kavuşturan, insan sevgisinde ve hoşgörüsünde mutluluğu simgeleyen düşüncelerini her vesileyle dile getirmişlerdi.”

Âşık Veysel’in aşk konusunun maddi yönü ile ele aldığı sanılır. Bu yüzeysel kısır bir bakış açısıdır:

Bakınız bir deyişinde şöyle diyor:

“Benim ile gezdin beni arattın
Beraber oturup beraber yattın
Türlü türlü güllerinden koklattın
Âşık ettin güle bülbül kuşunu”

Bu çok basit bir söyleyiş gibi sanılan dörtlükte ne telmih edilmektedir? Bütün canlılar Allah’ın kendilerine öğrettiği bilgilerle, onun kendilerinden beklediği işi yapıyorlar. Nahl sûresinin 68-69. âyetlerinde şöyle deniyor: Rabbin bal arısına ‘Dağlarda, ağaçlarda ve insanların senin için yapacakları kovanlarda yuva edin; sonra meyve ve çiçeklerin her birinden ye de Rabbinin bal imalinde öğrettiği ve kolaylıklar gösterdiği yola süluk et’, diye ilham etti.”  Doğadaki bütün varlıklar, bir taraftan Allah’ın kendilerine öğrettiği bilgilerle kendilerine verilen görevleri yaparlar, bir taraftan da durmadan Allah’ı anar, tespih ederler. Âşık Veysel’in sözünü ettiği bülbülün güle âşık oluşu da öyledir.

Âşık Veysel; “Kimi ne çeker dilinden / Hem belinden hem elinden / Hayır ve şer emelinden / Hakikat bunun burası // Şu alemi yaratan bir / Odur külli şeye kadir / Alevi Sünnilik nedir / Menfaattir varvarası” diyor.

Eline, beline, diline sahip olmak yalnız Aleviliğin değil bütün insanlığın temeliydi. El, dil ve bel sözcüklerinin baş harfleri “edeb” kelimesi oluşur. Edepli insan olmanın formülü eline, beline, diline sahip olmaktı. Elden maksat hem organımız olan eli, hem yurdumuzu, belden maksat hem cinsel dürtüleri hem köy kasabayı, dilden maksat hem ağzımızdan çıkan sözü,  hem kalbimizi anlayabiliriz.

Tasavvuf, kalbi saf yapmak, kötü huylardan temizlemek ve iyi huylarla doldurmak demekti. Tasavvuf hâl işi olduğu için, yaşayan bilir, tarif ile anlaşılmazdı.

Kalbin, cahillik, öfke, riya, kin, haset, kibir, ucup cimrilik, mal ve makam sevgisi, övülmeyi sevmek, ayıplamaktan korkmak, suizan, övünmek gibi birçok kötü huylardan temizlenmesi gerekir.

Dörtlükte geçen “hayır” ilim, tefekkür, rıza, hayâ, tevazu, merhamet, mürüvvet, cömertlik gibi huylardır ki tasavvufun insanları ulaştırmak istediği güzel yoldu. 

Şer: kötü huyları, “Zararlı iş, kötülük” anlamlarını barındırıyordu. Hayır ve şer Allah’tandır. Hayrı da, şerri de yaratan ancak O’ydu.

Âşık Veysel bir şiirinde “Aslıma karışıp toprak olunca / Çiçek olur mezarımı süslerim” demişti. Bize aslımızın ne olduğunu hatırlatıyordu. Yüce Allah “Sizi topraktan yarattık, yine oraya döndürürüz ve sizi bir kez daha ondan çıkarırız.” Buyurdu. Demek ki toprak asıllı olan bizler, ömürlerimiz sona erince tekrar aslımıza döneceğiz ve yeniden toprağın bağrından diriltilip çıkarılacağız.

Âşık Veysel, “Can kafeste durmaz uçar / Dünya bir han konan göçer / Ay dolanır yıllar geçer / Dostlar beni hatırlasın” demişti.

Can kafeste midir? Elbette Âşık Veysel’in sözlerinde yüzyıllardan günümüze gelen kültür ve felsefenin özü bulunmaktaydı. Nasıl mı?

Mevlânâ Mesnevi’de anlatır:

“Kur’an’ın hükümlerini tutar, kıssalarından hisse alırsan can kuşuna ten kafesi dar gelir. Kafeste mahpus olan kuşun kurtulmak istememesi cahilliktendir. Kafeslerden kurtulan ruhlar, Tanrı’ya layık ve halka rehber olan peygamberlerdir. Onların sesleri, kafeslerin dışından ve din makamından gelir: “Sana kurtuluş yolu ancak budur, bu! Biz bu daracık kafesten bununla kurtulduk. Bu kafesten kurtulmanın bundan başka çaresi yok! Kazandığın şöhretten kurtulman için inleyip duran bir hasta haline gir. Zaten halk arasında meşhur olmak sağlam bir bağdır. Bu bağ bu yolda demir bir bağdan aşağı mıdır ki?”

Karacaoğlan de can kafesinden şöyle söz etmişti:

Ağalar içmesi hoştur / O da züğürtlere güçtür  / Can kafeste duran kuştur  / Elbet uçar gider bir gün”

Ahmet Yesevî, insan oğlunun göremediklerini görerek birlik deneyimi yaşamasında Hakk ile arasındaki perdelerin kalktığını, vahdet meyini yudumladığını ve “Bir” ve “Var” olan Allah’ın kendisine lâ mekân’da dersler verdiğini, yakarışları neticesinde de cemâlini vadettiğini söyledi:

“Bir ve Var’ım derler verdi perde açıp;
Yer ve gökte duramadı şeytan kaçıp;
Şölen eyleyip, vahdet meyinden doyasıya içip,
Lâ mekân’da Hakk’tan derler aldım ben işte”

Lâ mekân mazmunu Yunus Emre’de birçok şiirde geçmekteydi. 

“…Yunus Emrem kamil oldu imanın,
Hazreti Hakk’a vasıl oldu canın.
Lâmekan şehridir senin mekânın,
Beka billah oldum, Elhamdülillah.”

Tasavvufun esası, Tanrı’nın kâinatta tecelli ettiği fikriydi. Aşk Veysel bir şiirinde bu fikri şöyle ifade ediyordu:

Zahir batın her irenkten görünür
Gâhî doğar amma gâhî dolunur
Nerde baksan orda hazır bulunur
Kim demiş hakkında lâmekân oldu

On üçüncü yüzyılın Anadolu’sunda Ahmet Yesevi’nin izini süren Horasan erleri, Alperenler “insan” sevgisinde birleşmişlerdi. Örneğin Hacı Bektaş Veli ‘Ara, Bul’ derken elbette canlıların en şereflisi olan insanı gündeme getirmişti. Aynı zaman diliminde Mevlâna’da da aynı görüşteydi:

“Bir can var canında o canı ara,
Beden dağındaki gizli mücevheri ara,
Ey yürüyüp giden dost, bütün gücünle ara,
Aradığını dışarıda değil, kendi içinde ara…”

Yunus Emre şöyle söylüyordu:

Gel şimdi hicabın aç, senden ayrıl sana kaç,
Sende bulasın mirac, sana gelir cümle yol.”

Aşık Veysel de özünü aramaktaydı:

“Yıllarca aradım kendi kendimi
Hiçbir türlü bulamadım ben beni
Hayâl mıyım ürüya mı bilinmez
Hiçbir türlü bulamadım ben beni...”

Derleyici, toparlayıcı, insanları ötekileştirmeden sevmeyi seçen Yunus, Anadolu’ da hoşgörünün bayraktarlığını yapmıştı.

“Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü /Yaratılmışı severiz / Yaratandan ötürü” derken, canlı-cansız bütün yaratılmışları sevgi haleleri içinde sarıp sarmalıyordu. 

Yunus Emre sınırları, devirleri ve dönemleri aşan evrensel bir yaklaşımla, insanları kucaklamakta, onları “sevgiye, sevmeye, sevilmeye, hoşgörüye ve birbirleriyle tanış olmaya” davet etmekteydi.

“ Gelün tanışuk idelüm işün kolayın tutalum
Sevelüm sevilelüm dünya kimseye kalmaz”

Yunus’a göre, insanoğlu, dış görünüşü ve toplumda takındığı tavrı ile geçimsiz, huysuz, hırçın, savaşçı değil; uyumlu, makul, anlayışlı, sağduyuluydu. Felsefesinin kaynağında İslâm tasavvufunun prensipleri vardı.

Ben gelmedüm da’vi-y-içün benüm işüm sevi-y-içün
Dostun evi gönüllerdür gönüller yapmağa geldüm.

Yunus, gönül yaptı, gönül onardı, gönül kazandı. Gönül dostu evinin; barış ve sevgi yeri olduğunu kanıtladı. Orada ağırladı.

Yunus mesajlarını Yirminci yüzyılda dile getirenlerden en önemlisi Aşık Veysel oldu.

“Her nereye baksam onu görüyom / Aynaya bakarsam beni görüyom / Yayılmış damarda kanı görüyorum / Yerleşmiş cesette gizli sır bende”

“Çırpınıp içinde döndüğüm deniz / Dalgalanıp coşar ürüzgârından”

“Göz gezdirdim dört bir yanı aradım / Ne sen var ne ben var bir tane gaffar / Dünyayı dolandım ben adım adım / Ne sen var ne ben var bir tane gaffar”

Âşık Veysel’i ile Yunus Emre’nin benzerliklerini şöyle sıralayabiliriz:

Yunus Emre: “Âşık Yunusu eyledi lal”

Âşık Veysel: “Dilsiz oldum pepelendim

Yunus Emre: “İş bu vücut şehrine / Her dem giresim gelir / İçindeki sultanın / Yüzün göresim gelir”

Âşık Veysel: “Vücudun şehrine o sultan oldu”

Yunus Emre: “Dağlar ile taşlar ile / Çağırayım Mevlam seni / Seherdeki kuşlar ile / Çağırayım Mevlam seni”

Âşık Veysel: “Altmış iki yıldır seni ararım / Dağa taşa kurda kuşa sorarım”

Yunus Emre: “Bu can gövdeye konuktur / Bir gün ola çıka gide / Kafesten kuş uçmuş gibi”

Âşık Veysel: “Can kafeste durmaz uçar”

Yunus Emre: “Benim adım dertli dolap /Suyum akar yalap yalap”

Âşık Veysel: “Dönüyor bir dolap çarkı belirsiz”

Yunus Emre: “Bu dünya bir gelindir / Yeşil kızıl donanmış”

Âşık Veysel: “İşittim dünyaya gelin diyorlar”

Yunus Emre: “Mecnun oluben yürürüm /Ol yari düşte görürüm”

Âşık Veysel: “Uykuda dahi yürüyom / Gidenleri hep görüyom”

Kulun Allah’a muhtaçlığı, madeten yoksulu da zengini de kapsamaktaydı. Hoca Ahmet Yesevi’, 1. Hikmetinde şöyle söylemekteydi:

“…Garip, fakir, yetimleri Rasul sordu
O gece Mirac’a çıkıp Hakk cemalini gördü
Geri gelip indiğinde fakirlerin halini sordu
Gariplerin izini arayıp indim ben işte.”

Yunus Emre, gurbetin, yalnızlığın, Tanrı’dan uzak kalmanın acısını anlatmıştı:

“Acep şu yerde varm’ola
Şöyle garip bencileyin
Bağrı başlı gözü yaşlı
Şöyle garip bencileyin

Yunus, Tanrı aşkı ile ilden ile göçenler için empati yapılmasını istiyordu. Ona göre ruh, bedenden ayrılınca geriye kalan ceset ve onunla ilgili yapılacak işlemler önemli değildi.

Âşık Veysel, Allah katında maddi olarak zengin ve fakirin bir farkı olmadığı bilinci ile baş kaldırmanın arkasından ilahi gerçeğe ulaşmaktaydı.   

“Beni hor görme kardeşim
Sen altındın ben tunç muyum
Aynı vardan var olmuşuz
Sen gümüşsün ben sac mıyım

Ne var ise sende bende
Aynı varlık her bedende
Yarın mezara girende
Sen toksun da be aç mıyım...”

Ahmet Yesevi’de toprak koruyandı, kollayandı, barındırandı, sadık arkadaştı: Diyordu ki:

“…Başıp toprak, kendim toprak, cismim toprak;
“Hakk vuslatına ererim”diye, ruhum hevesli…”

Hoca Ahmet Yesevi’nin yaktığı ateş ve yüreklere düşürdüğü ışık her çağda aynı ilhamla sürdü.

Yunus toprağa hor bakılmaması gerektiğini belirttikten sonra, toprağın içinde yatanları ve onların vasıflarını birer birer saymış sonuna kendini eklemişti.

“…Yunus, sen de ölürsün,
Kara yere girersin.
Bu toprağın altında,
Çok günahkâr kul yatar.”

Bir başka şiirinde toprak altından üstüne geçiş yapmıştı:

“Miskin Yunus, erenlere tepeden bakma, toprak ol,
Topraktan biter tamamı, gül bahçesi toprak bana.”

Toprak denilince aklımıza Aşık Veysel’in “Kara Toprak” şiiri geliyor. Bir başka şiirini de tasavvuf açısından yorumlamak mümkündü:

“Aslıma karışıp toprak olunca
Çiçek olur mezarımı süslerim
Dağlar yeşil giyer bulutlar ağlar
Gök yüzünde dalgalanır seslerim

Ne zaman toprakla birleşir cismim
Cümle mahlûk ile bir olur ismim
Ne hasudum kalır ne de bir hasmım
Eski düşmanlarım olur dostlarım...”

Toprak, Veysel için yalnız maddi değil, manevi bakımdan da değerliydi. Toprak köylüyü Tanrı’ya, insanlığa, çalışma ve ahlaka da götürüyordu.

“Topraktan biter küllisi” diyen Yunus için toprak, aynı zamanda alçak gönüllülüğün sembolüydü. Veysel şöyle demişti:

“Cümle canlı hep topraktan
Var olmuşuz emir Hakk’tan
Rahmet dile sen Allah’tan
Tükenmez rahmet deryası”

Yaratılış amacına uygun, toprak gibi arı, temiz, örten üreten, bereketli, yararlı, kucaklayan, doyuran olmak. İşte Âşık Veysel’in anlatmak istediği buydu.

Yunus Emre’den 700 yıl sonra Prof. Dr. Bahtiyar Vahabzâde, Yunus Emre ve Âşık Veysel’i iki büyük zirve olarak görüyordu. “Veten Ocağının İstisi” (1982) adlı eserinde “Yunus Emre zirvesinden Veysel, Veysel zirvesinden Yunus görünür” diyor ve devam ediyordu:

“Yunus Emre’den 700 yıl sonra, Türk halkının bağrından Âşık Veysel’in sesi yükseldi. 20. yüzyılda, Âşık Veysel’in dilinde, Yunus Emre konuşmaya başladı.”

Büyük gönül adamları için yazılan ve söylenen menkıbeleri, bir çağın insanlarına ilham veren, yol gösteren gönül destanlarını çağdaş insanlara da virgülüne, noktasına dokunmadan olduğu gibi sunmalıyız. Düş gibi masal gibi de olsa, anlatılan olaylardan alacağımız çok dersler vardır.

Âşık Veysel birleştiren, yücelten, birlik ve beraberlikten asla taviz vermeyen biriydi. İnsanlarımız arasındaki ırk, mezhep, yapay ayrılıklara karşıydı. En belirgin özelliği; Yunus gibi “Yaratılanı severiz yarayandan ötürü” anlatımında olduğu gibi insan sevgisiydi.

Geri Âşık Veysel’in Maddi, Manevi Çevresi ve Sırrı Nihanı